Müslümanlar nerdesiniz.. Gazze'deki katliama dur! diyelim..
  Dinde siyasal islam tekeli
 
Yazarı

Yazarı

Prof. Dr. Nur Serter

Birinci Basım

Haziran 1997

Kapak Tasarımı

Sarmal Yayınevi

Baskı-Cilt

Kayhan Matbaacılık

SARMAL YAYINEVİ

Babıali Cad. Pak Han No: 16/4 Cağaloğlu-İstanbul

Tel:(0 212) 522 45 78-512 70 20

Faks: (0212) 522 45 78

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ

Prof. Dr. Nur Serter

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

1. DİN-TOPLUM-SİYASET

Din Toplumu Neden Etkiliyor?

İnanç Sistemlerinin Ana İlkeleri Nelerdir?

Dinler ve Tanrı İnancı

Peygamberlik Görevi ve Din

Çağdaş Dünya-Din Olgusu

Dinler ve Köktendinciler

Din ve Devrim

2. SİYASAL İSLAM VE DEMOKRASİ

Türkiye'de Siyasal İslamın Yükselişi

Siyasal İslam ve Kuran

İslam'da Demokrasi Tartışması

İnsan Hakları-Demokrasi ve İslam

Demokrasi-Kemalizm ve İslam

Siyasal İslam ve Ulus Devlet

Çok Hukukluluk Tartışması

Üçlü Meşruiyet

Demokratik Çözümler

İslam'da Türk Yorumu

3. DİN VE AHLAK

Siyasal İslam ve Ahlak

Ahlakta din tekeli

Çağdaş Ahlak Anlayışı

YOL AYIRIMI: TARİHE DÖNMEK ya da TARİH YAZMAK

KAYNAKÇA

Prof. Dr. Nur Serter

1948 yılında İstanbul'da doğdu. Orta öğremini Üsküdar

Amerikan Kız Kolejinde tamamladı. 1970 yılında İ.Ü. İktisat

Fakültesinden mezun oldu. Aynı yıl fakültede asistan olarak

göreve başladı. Mesleki-Teknik Eğitim ve Ekonomik Gelişme konulu

çalışması ile 1974 yılında iktisat doktoru ünvanını aldı. 1982 yılında

doçent, 1988 yılında profesör oldu.

Halen İ.Ü. İktisat Fakültesi ve Endüstri İlişkileri Bölümü

öğretim üyesidir.

Yayınlanmış başlıca eserleri: Türkiyenin Sosyal Yapısı, Sosyal Devlet,

İstihdam ve Gelişme, Giydirilmiş İnsan Kimliği, İnsan Merkezli Eğitim.

Önsöz

Su, kaynağından temiz ve arınmış çıkar... İleriye doğru, çağlayarak

akar... Akan suyu, kaynağına döndürmek isterseniz, onu bulandırmış

olursunuz. Çünkü o, bir başka su kaynağına ulaşmak, onunla birleşmek,

büyümek ve yeni niteliklerle bezenmek için çağıldamaktadır. Geçtiği

yerlere yaşam götürür, canlılık verir. Ancak hep ileriye doğru akar...

Zamanla eşgüdümlü...

Suları bulandırmadan hayat vericiliğini korumak, onların hep yararlı

kalmalarına hizmet etmektir. Sular bulanmasın ki, yeni kuşaklar da

onlardan yararlanabilsin. Tıpkı inanç sistemleri gibi...

Din, insanoğlunun en kutsal ihtiyaçlarından biri... Amacı insanlığa

yol göstermek... Yani kısacası amacı insan. Tarih boyu nice sınırlar aşmış,

nice ülkeler görmüş, nice kültürler arasında akmış, tıpkı berrak bir su gibi.

Geçtiği yerleri değiştirmiş... İklimine, bitki örtüsüne, toprağına, geçtiği

yerlerdeki doğanın özelliklerine göre farklı çiçekler açmış, farklı meyvalar

yetişmiş dallarda... İnsanlar inanmışlar, huzur dolmuş, mutlu olmuşlar...

Zora gelmeden, gönülden inanıp, bağlanmışlar...Asırlar boyu saygı ve sevgi

ile onda Yüce Yaratıcılarını bulmuşlar. Ama hep ileriye doğru aktığı için...

Birileri çıkıp da bu güçlü pınarı ilk kaynağına çevirmeye; geri akıtmaya,

o ilk kaynağın yanındaki bitki örtüsünü, orada yetişen meyvaları suyun

ulaştığı uzak diyarlarda da yetiştirmeye kalkana dek... O zaman su,

boşa harcanır olmuş... Dallarda meyva vermeyi bekleyen ağaçlar, açmaya

hazır çiçekler kuruyup solmuş...

İslamiyet en güzel meyvalarını Anadolu toprağında vermiş, en nadide

çiçekler bu topraklarda yeşermiş, gönüllere huzur veren, kardeşlik,

birlik türküleri Türk-İslam kültürünün sentezi ile bütünlenerek asırlar

boyu Anadolu'nun dağlarında nağmelenmiştir. Ta ki siyasal islam,

dostluk türkülerini cihad şarkılarıyla susturana dek...

Bu çatışma aslında siyasi bir kavgadır. Laik Müslüman Türkiye'nin

din ile değil, siyasi islamla çatışmasıdır yaşanan...Bu, suları geriye

akıtanların, siyasal yaşama dinin egemen olmasını bekleyenlerin, yüzyıllık

bir geçmişe umursamaz kalıp, siyasi iktidarı din adına kullanmayı

isteyenlerin kavgasıdır. Dini insan için değil, insanı din için

kulananların cihadıdır. Türkiye'nin ekonomik istikrarsızlığından yararlanarak

masum ve inançlı kitleleri siyasi ihtiraslarına alet etmek isteyenlerin

uğraşıdır.

Çağdaşlığa dur diyen, Türkiye'nin 73 yıllık kazanımlarına sırt çevirenlerin

din adına her yetkiyi kendilerine vehmedenlerin mücadelesidir. Türk

insanı elbetki bunun ardındaki karanlık gerçeği görecek, Allah adına

hüküm vermekte kendilerini yetkili sananlara, birlik ve kardeşliği

dinamitleyenlere gereken cevabı verecektir.

Ancak bu cevap, Türk halkının demokrasi sandığı ile vereceği bir cevap

olmalıdır. Özgürlüğün ve demokrasinin tadını tatmış, çok sesliliğe

alışmış bir milletin, anti-demokratik bir din devleti yönünde, bunun

bilincinde olarak tercih kullanması beklenemez. Yeter ki aldatılmasın.

Elinizdeki kitap, Türkiye'de Siyasal İslamın yapılanması, amaçları ve

yöntemleri konusunda, kendi kaynaklarından derlenmiş bilgilerle

Siyasal İslamcı Hareketin perdeli yüzünü tanıtmayı amaçlamaktadır. Karar

elbette okuyana aittir. Ancak kitabın yazılması sırasında özellikle İslamcı

yazar ve yayın organlarına atıf yapılmaya özen gösterilmiş, kişisel yorumlar, İslamcı kaynaklardan, kuşkuya yer bırakmayacak bir titizlikle

desteklenerek okuyucuya aktarılmıştır. Yararlanılan temel kaynakların büyük

kısmı İslami Bilimler konusunda saygı değer yazarların eserleridir.

Bu kitapta amaçlanan, Türkiye'de İslam adına konuşmayı sadece kendi hakkı

olarak kabul eden ve halkı yanlışa yönlendiren sayıca küçük ancak çıkarılan

huzursuzlukların boyutu bakımından büyük bir radikal İslamcı kesimin

görüşlerine dikkati çekmek ve zaman zaman bu kesimin İslamı temsil etmediğini

söyledikleri halde suskunluğu seçerek onlara gizli destek verenlerin siyasal

beklentilerine karşı kamuoyunu uyarmaktır.

Türkiye, Siyasal İslam krizini aşacak kadar güçlü bir ülkedir. Bu kriz,

halkın bilinçlenmesi ile aşıldığında, demokratikleşme süreci önündeki

tüm engeller de kalkmış olacaktır.

1

Din-Toplum-Siyaset

Din Toplumu Neden Etkiliyor?

Dinin toplum üzerindeki tartışılmaz etkisini analiz edebilmek için

insanın doğası ile ilgili bazı temel ihtiyaçları incelemek gerekir.

Bu temel ihtiyaçlar iki ana gruba ayrılmaktadır.

A. Yaşama İçgüdüsü

İnsan, tüm canlılar gibi temel bir içgüdü olan yaşama içgüdüsü ile

dünyaya gelir. Ancak diğer canlılardan farklı olarak akıl ve düşünce

yeteneğine sahip olması, bu içgüdüyü şuurla kullanmasına yol açar. Yaşama

içgüdüsünün insandaki en belirgin göstergesi ölüme karşı olan korkuları

ve bu korkuların hareketlendirdiği direncidir.

O halde insan, dünya yaşamının sınırlı olduğunun bilincinde olan ve

bu sınırlılığın korkusu ile yaşayan bir varlıktır.

Din, sınırlı dünya yaşamına karşılık, ebedi ve sonsuz bir ruhsal yaşam

vaad eden bir öğretidir. Yaşama içgüdüsünün doğal bir sonucu olarak insanoğlu,

ebedi bir ruhsal yaşam vaadi karşısında korkularını yenebilmekte ve farklı

bir mekan ve biçimde de olsa, sonsuz yaşamı vaad eden dinde teselli

bulabilmektedir. Kaldi ki vaad edilen sonsuz yaşam modeli, madde

dünyasının şartları ile de kısıtlanmış değildir. Dünya yaşamındaki tüm

maddi ve manevi tatminsizliklere karşın, ebedi yaşam iyi kullara

sadece ruh huzurunu değil, her türlü ihtiyacını kolayca elde edebileceği,

hatta hiç çalışmadan elde edebileceği bir bolluk ortamını da vaad etmektedir.

Dünyada yoksul ya da sağlıksız bir yaşam süren bireyin, öbür dünyada hep

özlemini çektiği bolluğa, huzura kavuşma şansına ve umuduna sahip olması,

insanı hiç de küçümsenmeyecek ölçüde etkileyen bir yaklaşımdır.

Bir diğer önemli konu ise, insanın doğa yasaları karşısındaki

çaresizliği ve sınırlı korunma kapasitesi ile ilgilidir. Bilim ve

teknikte kaydedilen gelişmeler, insanın ortalama yaşam süresini uzatmış,

daha sağlıklı yaşama imkanlarını geliştirmiş, insanı çeşitli doğal

tehlikelere karşı önemli ölçüde korumaya almıştır. Ancak yaşama içgüdüsü

ile dünyaya gelen insanın asla karşı koyamayacağı doğa yasalarının önünü

almak mümkün olamamıştır. İnsan doğar, yaşlanır ve ölür. Yaşlanmayı

geciktirmek bilimle bir ölçüde sağlanabilse de tümüyle engellemek mümkün

değildir. Bazı hastalıkların tedavileri bulunmuş olsa da, yeni

hastalıklarla kitleler acı çekmekte ve ölmektedir. Doğal afetleri önceden

belirleyebilmek mümkün olmadığı için, fazla bir önlem alınamamaktadır.

Bütün bunlar, insanı kendi gücü dışında koruyucu bir güce yöneltmektedir.

İnsanın yaşama içgüdüsünün sonucu olan korunma ve sığınma isteği ise dinin

aracılığı ile Tanrı'dır. Çünkü din, Tanrının insandan istediklerini insana

ileten bir aracı kurum olduğu iddiası ile ortaya çıkmış ve kendisine

inananlara Tanrı'nın koruyuculuğunu vaad ederek, insanın en büyük ihtiyacına

cevap vermiştir.

İnsanoğlunun bir diğer zayıf yönü ise, bilgisinin zaman ve mekanla sınırlı

oluşudur. Bilimdeki gelişmeler günümüzde bilgi ufkunun gelişimine büyük

katkıda bulunmuştur. Ancak bilimin buldukları, bilinecek olanın

sonsuzluğunu daha da açık biçimde ortaya koymaktadır. Dinler ise,

insanlığın ulaşabildiği zaman ve mekan ötesi konularla ilgili aktarımlarda

bulunmaktadırlar. Özellikle melekler, cinler, şeytan, varoluş gibi

konular, tamamen inanç ile kabul edilmesi mümkün olan aktarımlardır. İnsan

için bilgi, zamanla sınırlıdır. Oysa dinler, gelecekle ilgili konularda

da bilgi vererek, insanın en büyük zaafı olan geleceği öğrenme arzusuna

hitap etmektedirler. Böylece insan herşeyi bilen, geçmişin, geleceğin mutlak

hakimi olan Tanrı'nın sözleri olarak kabul ettiği dine bağlanmaktadır.

Din, bireyin kimlik kazanması açısından da önemlidir. Bir inanç grubunun

ferdi olmak ve bu uğurda mücadeleye girmek, prestij ve üstünlük

kazandıncı bir ayrıcalıktır. Özellikle kutsal kitaplarda inananların ölüm

sonrası ruhsal yaşamda cennet vaadedilenlerden olması, onları diğer

insanlara karşı üstün ve seçilmiş konumuna sokmaktadır. Çeşitli maddi ve

manevi tatminsizlikler içinde yaşayan insan, dine inanarak ayrıcalıklı bir

statü ve dinsel bir kimlik kazanırken, hem ruhsal doyuma, hem de güce

ulaşmaktadır.

B. İktidar Güdüsü

Böylece herşeyi gören ve bilen, tüm varlık aleminin yaratıcısı olan,

koruyan, esirgeyen Tanrı'nın emir ve buyruklarını insana ilettiği

kabul edilen din, hem dünyadaki hem de dünya dışındaki yaşamı belirlemede

temel etken olmaktadır. Bu kabulün doğal sonucu ise, dinin buyruklarına ve

Tanrı'nın elçisine kayıtsız şartsız tabi olmaktır.

Dinlerin amacı homojen inanç toplulukları yaratmak ve dine

inananların sayısını artırmaktır. Dolayısıyla tüm dinler yayılmacı bir yol

izlemişlerdir. Yayılmacılık ise diğer inanç grupları ile çatışmayı kaçınılmaz

kılmıştır.

Yayılmacılık, beraberinde siyasal ve ekonomik gücü de getirmiştir.

Yeni fethedilen topraklarla birlikte, iktidar gücünü belirleyen iki ana

unsur olan servet ve insan sayısı artmıştır. Böylece dinler, kendilerine

inanan topluluklara ekonomik ve siyasal güç vaadeden öğretiler olmuşlardır.

Zaman içinde inanç mücadeleleri iktidardan pay alma savaşına dönüşmüş ve

bu pay, dini toplumun tüm üyelerinin iktidar olma güdüsünü tatminde önemli

rol oynamıştır.

İnanç Sistemlerinin Ana İlkeleri Nelerdir?

İnanç sistemlerinin değişmez ana ilkelerinin başında inanç birliği

gelir. Aynı şeye inanmak ve aynı doğrultuda düşünmek, homojen bir toplum

yaratmanın temel şartıdır. Oysa insan aklı, sınırsız düşünce üretme

ve sorgulama yeteneğine sahiptir. Aklın özgür bırakılması halinde

homojen inanç topluluklarının yaratılması son derece zordur. Ancak inanç

sistemleri, kutsal kitaplarda yer alan tüm hüküm ve bilgilerin Tanrı

kaynaklı olduğunu ileri sürerek, bunların tartışılması imkansız gerçekler

olduğu varsayımından yola çıkmaktadırlar. Böylece neyin, nasıl düşünüleceği,

hangi konuların asla tartışılmayacağı, nelerin mutlak doğru, nelerin

ise yanlış olduğu, inanç sistemlerinde açıkça belirtilmektedir. Bu düşünce

kalıplarının insan zihnine yerleştirilmesinde ise, yine insani

zaafların yardımına başvurulmaktadır. Özellikle vaadler ve tehditler,

insanın kalıplı düşünceyi benimsemesinde çok etkili olmaktadır. Kutsal

öğretileri reddedenlerin cehennemle cezalandırılacakları, kabul edenlerin

ise cennetle ödüllendirileceği telkinleri, insanın bir bilinmezle yaptığı

mücadeleden teslim olarak çıkmasına yol açmaktadır.

İnanç Sistemlerinin tartışılmaz doğruları olan dogmalar, homojen

toplumların oluşumunda büyük pay sahibidir. Çünkü sistemin temelleri

bu dogmalarla atılmıştır. Bunlara karşı çıkmak ya da aksini iddia etmek

mümkün değildir. Zira bunlar, gerçekliği ya da gerçek dışılığı kanıtlanamayan

hükümlerdir. Kutsal Kitapların Tanrı kaynaklı olduğu kabul edildiği takdirde,

doğru durlar. Tüm Kutsal Kitapların Tanrı inancını pekiştirmeyi temel ilke

olarak kabullenmesi ise bu kitapların Tanrı tarafından gönderilmiş olduğu

gibi kolaycı bir hükmün verilmesine yol açmaktadır.

Homojen bir toplumun yaratılmasında şekilsel bütünlük de önemlidir.

Dinler incelendiğinde ibadet şekillerinin birbirinden farklı oluşunun en

önemli ayıredici unsur olduğu görülecektir. Dini toplumu birleştiren,

farklılığını simgeleyen, kitleleri coşturan, gücünü ifadeye yarayan ibadet

şekilleri dinsel kimliğin oluşumuna da katkıda bulunmaktadır. İbadet

şeklinin yanısıra dinin ortaya çıktığı ilk toplumun örfleri, giyim tarzları

da zaman içinde dinin yayıldığı diğer bölgelerdeki toplumlara taşınmış ve

yöresel kültür bir ölçüde yaygınlaştırılarak dinle bütünleştirilmiştir.

Böylece şekilsel bütünlüğün oluşumuna katkı sağlanırken, homojen toplulukların

oluşumu da kolaylaşmıştır.

Şekilsel bütünlüğün oluşumu bakımından çok etkili olan diğer bir unsur da

toplumun yönetim biçimidir. Tevrat ve Kuran yönetimle ilgili düzenlemeler

getiren Kutsal Kitaplardır. Hitap ettikleri toplumun hangi yasalara göre

yönetileceği, temel hukuk normları, ekonomik faaliyetlerle ilgili bazı

düzenlemeler bu iki Kutsal Kitapta yer almaktadır. İncil'de ise bu

konularda herhangi bir düzenleme olmamakla beraber, zaman içinde

ortaya çıkan ruhban sınıfının devlet yönetimi konusunda verdiği kararlarla

inanç dünyası ile devlet düzeni arasında bağlar kurulmuştur. İnanç

topluluklarının ekonomik, sosyal ve siyasal alanda aynı ilkelerle yönetilmelerinin

toplumsal bütünlüğe katkı yaptığı reddedilemez bir gerçektir.

Dinlerin diğer bir temel ilkesini ise dini öndere mutlak itaat

oluşturur. Dini önder, Tanrı tarafından seçilmiş ve dini tebliğ etmekle

görevlendirilmiş peygamberdir. Tanrı ile insanlar arasında elçilik görevini

üstlenmesi, Tanrı'dan O'nun meleği aracılğı ile aldığı mesajları kitlelere

iletmesi, onu diğer insanlardan farklı ve üstün kılmaktadır. Görevi sadece

bu mesajları iletmek değil, onları açıklamak, yorumlamak ve bunlarla ilgili

sorulara, uygulamada ortaya çıkan sorunlara cevap bulmaktır. Dolayısı ile

dini toplumun tartışılmaz lideridir. Toplum onun kararlarına uymaya ve ona

itaate mecburdur. Özellikle yeni bir sosyal-siyasal düzen getiren

dinlerde, peygamber aynı zamanda topluluğun siyasi önderidir.

Tek bir lidere, üstelik diğer insanlardan üstün olduğu Tanrı tarafından

doğrulanmış bir lidere itaat, toplumsal birlik ve bütünlüğün sağlanmasına

da katkıda bulunmaktadır. Kaldı ki, sadece tebliğ edici olarak

tanımlanmış olmalarına rağmen, Tanrısal vahye muhatap olmaları ve gösterdiklerine

inanılan mucizeler nedeniyle, onların sözü, kitleler tarafından

daima Tanrı'nın sözü olarak algılanmış, insanca hatalar yapmalarına rağmen,

toplum onların sorumluluğunu Tanrı'ya devrederek, itaat ve teslimiyette

kusur etmemeye özen göstermiştir.

Dinlerin getirdiği inanç sistemi, ibadet ve yönetim şekilleri

belli bir zaman dilimiyle sınırlı olmadıkları halde, peygamberler ölümlüdür.

Bu nedenle lidere olan bağlılıkla sağlanan toplumsal bütünlük zaman

içinde bozulmaya mahkum olacaktır. Ne var ki dini toplumlar, peygamberlerinin

ölümünden sonra da onların tavır, davranış ve sözlerini rehber alarak

(sünnet, hadisler), onlara yaşadıkları dönemdeki saygı ve sadakati

göstererek toplumsal bütünlüğü devam ettirmeye gayret göstermişlerdir. Bunun

yanısıra günümüzde canlanan tarikatların liderleri de birer dini önder

olarak kabul edilmekte ve tarikatta kalabilmenin en önemli koşulu

onların emirlerine kayıtsız, şartsız itaat olmaktadır.

Dinler ve Tanrı İnancı

Dinlerin insanlığa en büyük armağanı Tanrı inancıdır. İnsanlık en ilkel

yaşam biçimlerine sahip olduğu dönemlerden itibaren, kendi

iradesi dışında ola gelen olayları, bir yüce gücün hakimiyetinde aramıştır.

Ancak Tek Tanrı inancına ulaşana dek, sezgileriyle yol almış, önceleri

çeşitli kutsal yaratıklar, ve nesnelerde Tanrısal gücü aramış, daha sonra

çok tanrılı dinlere yönelerek, pekçok doğa gücünü ve erdemi farklı adlar

altındaki Tanrı'larda odaklaştırmıştır.

Ancak Tek Tanrı inancının oluşumunda dinlerin rolü çok büyüktür.

Tanrı inancı ile ilgili belirsiz ve dağınık yorumlar, yerini daha

tutarlı ve geniş tanımlara bırakmıştır.Tanrı inancı, çağdaş insanın bilimde

kaydettiği ilerlemelerle daha da güçlenmiş ve korkuya dayalı inanç, yerini

akla ve saygıya dayalı bir inanca terketmiştir.

İnsanoğlunun putlarda temsil edilen Tanrısal güçten, Göklerde temsil

edilen Tanrısal güce yönelmesinde, özellikle Semavi dinlerin rolü

olmuştur. Ancak Tanrı'nın gücünü putla ya da bir nesne ile sembolleştirmeye

alışan insan, hiçbir maddi nesne ile ifadesi mümkün olmayan Yüce

Yaratıcıyı, belki kendine yakın hissetmek, belki O'na ibadette yakın

olmak için dünyevi sembollere, Tek Tanrılı dinlerde de ihtiyaç duymuştur.

Hıristiyanların haçla sembolleşen ibadeti, meryem ve İsa heykel ve

figürleri, bu ihtiyacın ürünüdür. Benzeri sembollerin İslamiyette olmadığı

iddia edilemez. Kabenin Allah'ın Evi olarak sembolize edilmesi, Hacer-ül

Esved'in Allah'ın yeryüzündeki sağ eli olduğunun Peygamber tarafından

söylenmesi bu sembolik anlatımlara örnektir.

İnsanın maddi dünyaya bağımlılığı, yeryüzünde göklerin izdüşümünü

görme ihtiyacını getirmiştir. Bu ihtiyaç, insanın inanç konusunda aradığı

tatmine cevap olmuştur. İslamiyet'in Allah'ın sıfatlarını sayarken,

doksan dokuz isminin arasında, insanın yaratıcısı ile olan alakasını en çok

ifade eden Melik sıfatına da yer vermesini, İslam alimi Hamidullah

şöyle anlatmaktadır:

Kral, herşeye muktedirdir. Onun zenginliği vardır. O, hakim olan,

cezalandırandır. Halbuki bir kul, köle olan insanın hiçbir şeyi yoktur

ne kuvveti, ne zenginliği. Ve bu, cemiyetlerde de böyledir. İnsan

cemiyetinde, kral en kuvvetli, köle de en kuvvetsiz insandır. Madem ki

insan, Allah için Melik ismini kabul etmiştir, bunun neticelerini de kabul

etmesi lazımdır. Kuran-ı Kerim'de görüyoruz ki, Melik sıfatının geçtiği

yerlerde bir kral için lüzumlu olan diğer sıfatlar da geçmektedir(el-Melikü'l

Kuddus) vs. İnsan cemiyetlerinde kral varsa, bu kral nelere sahiptir?

Herşeyden önce, onun tahtı vardır, (Arş). Kuran-ı Kerim Arş (taht)

kelimesini Allah için kullanıyor. Arşın sahibidir(Büruc suresi, 15).

Bundan başka, bir kral, hazinelere sahip olur. Yine Kuran-ı Kerim

diyor ki: Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır(Fetih suresi,4).

Kralın sahip olduğu diğer şeyler arasında araziler vardır. Kuran'da şöyle

buyuruluyor: Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır(Casiye suresi,27). Şayet

arazi çok büyükse, bu arazinin bir merkezinin olması lazımdır, yani

başşehir. Çok hayret vericidir ki, Kuran-ı Kerim Mekke için Ummul Kura

tabirini kullanmaktadır.(En'am,92, Şura,7). Umm anne, Kura da şehirler

manasındadır. Şehirlerin annesi yani başşehir...Bir başşehirde Kralın

sarayı olması icab eder ki, Beyt-ül Haram Allah-ü Teala'nın evidir.

Şimdi devleti ele alalım. Bir devlette vatandaşlar vardır. Bu vatandaşlar

ne yaparlar? Bu tür insan cemiyetlerinde görüyoruz ki vatandaşlar,

kendi evlerinden kralın sarayının önüne gelip, ona sadakat yemininde

bulunurlar. Çok hayret vericidir ki, bu husus aynen Kabe için de

mevcuttur. Bir Hadis-i Şerifte- ve bunu en az iü sahabe rivayet

etmektedir- Hz. Peygamber diyor ki Hacer-ül Esved, Allah'ın yeryüzündeki

sağ elidir. Yani Kabedeki Hacer-ül Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elini

temsil ediyor. Şu halde Mekke'ye giden hacılar, ellerini Allah'ın sağ eli

üzerine koyarak, sadakat yemininde bulunurlar.

Bu anlatımın da açıkça ortaya koyduğu gibi, Tanrısal gücü, maddi

nesnelerde sembolleştirmeye alışan ve ihtiyaç duyan insanın, soyut

bir Yaratıcı kavramına ulaşabilmesi, zamana muhtaçtır. Heryerde olan,

herşeyi bilen ve vareden, tarifi olmayan, şekillendirilmesi mümkün olmayan

Tanrı'yla yakın olmanın yolunu, O'na atfedilen semboller aracılığıyla

sağlamak, insani bir ihtiyaç olduğu içindir ki, Semavi dinler de

benzeri sembolleri kullanmışlardır.

İnsanoğlu kainatı keşfettikçe, içinde yaşadığı doğayı, bilimin ışığında

tanıdıkça bu muhteşem dengenin ardında, onu planlayan ve yaratan bir

yüce aklın ve gücün varlığını daha da yakından hisseder olmuştur. Bilimin

ışığında yol alan çağdaş insan için, Tanrı'yı sembolize eden maddi

nesnelere ihtiyaç bulunmamaktadır. Zira bilim, Yüce Yaratıcı Gücün ve

Aklın delillerini, sağlam bir Tanrı inancı oluşturacak biçimde insanlığa

sunmaktadır.

Yaradılışın bir başlangıcı olduğunu redderek, kainatın ezeli olduğunu

savunmak, ya da yaradılışı tesadüfe bağlayarak, varedici bir gücün varlığını

inkar etmek bilimsel açıdan mümkün görünmemektedir.

Yaradılışın bir başlangıcı olmadığını, kainatın ezeli olduğunu ileri

sürenler, bu iddiaları ile yaratıcı bir güce ihtiyaç bulunmadığını

kanıtlamak istemişlerdir. Ancak bilimde kaydedilen gelişmeler, kainatın

ezeli olmadığını ve bir varediliş zamanının bulunduğunu ortaya koymaktadır.

Stephen Hawking, evrenin yaradılışını sorgularken, Bu denkleme

yaşam veren ateşi üfleyen ve onlara betimleyecekleri evreni

sağlayan asıl şey nedir? diyor. Sonra devam ediyor, Evren niye

kalkıp varolma rahatsızlığına katlanıyor?.. Yoksa bir yaratıcıya

gereksinimi mi var? Öyleyse, o yaratıcının evrenin üzerinde başka bir

etkisi var mı?

Kainatın tesadüfen ortaya çıkmadığı ise, sergilediği

şaşmaz düzenden anlaşılmaktadır. Ancak düzendeki mükemmelliği anlayabilmede

en büyük yardımcı, bilim olmuştur.

Yaşam, çok sayıda ve değişmez yasanın, matematiksel bir kesinlikle

birlikte hareketinde ortaya çıkan bir sonuçtur. Örneğin dünya,

ekseni etrafında saatte bin millik bir hızla dönmektedir. Eğer böyle

olmak yerine, saatte yüz millik bir hıza sahip olsaydı, gündüz ve geceler

daha uzun olacak, güneşten yeryüzüne gelen enerjinin uzun aralıklı oluşu

sebebiyle, herhangi bir bitkinin yetişmesi mümkün olamayacaktı. Yaşam

kaynağımız olan güneşin dış tabakasının ısısı 12 bin fahrenheitdir. Bu ısı

yarıyarıya azalacak, ya da artacak olsa, donmak ya da kavrulmaktan

kurtulamazdık. Dünyanın eksenindeki 23 derecelik eğim, mevsimleri meydana

getirmektedir. Dünyanın böyle bir eğimi olmasa, okyanustan yükselen buharlar

kuzey ve güneye akın eder, kıtatan birer buz parçası yapardı. Ay, dünyaya

şimdikinden 50 bin mil daha uzak bulunsaydı, gelgitler, bütün kıtaların

günde iki kez su altında kalmasına yol açardı. Dünyayı kuşatan

atmosfer, daha ince olsaydı, hergün bizden uzakta yanıp tutuşan

meteorlar dünyaya çarpar ve herşeyi ateş içinde bırakırdı....(Gressy

Morrison; Allah'ın Varlığına Yedi Delil; Müsbet İlim ve Allah,s.8-9)

Hayvanların yaşamı ise, varedici aklın üstünlüğünü gösteren nice örneklerle

doludur. Örneğin yavru salomon balığı, yıllarca denizde kaldıktan sonra,

kendi öz vatanı olan nehire döner. Hem de tam doğduğu nehire... Onu alıp da

başka bir nehire koysanız, yeniden kendi doğduğu suları aramaya girişecektir...

Yılan balığının sırrını çözmek de mümkün değildir. Çünkü yumurtlama zamanları

geldiğinde, dünyanın her tarafındaki nehirlerden, binlerce millik okyanusu

aşarak Bermuda yakınlarındaki derin sulara gelirler. Orada yavrular ve

ölürler. Minicik yavrular ise, derin sulardan hareketle, analarının geldiği

sulara doğru yol alır, onların geldiği sahillere, hatta nehirlere ulaşırlar.

Şimdiye kadar Avrupa'da hiçbir Amerikalı yılan balığına, Amerika'da da

Avrupalıya rastlanmamıştır... Bir eşek arısı, bir çekirgeyi altederek,

onu konserve edip, uzun süreli yiyecek olarak kullanır... Bütün bunların

sebebi olan içgüdü, yaratıcı dehanın şaşmayan programıdır.

Evrenin muhteşem dengesini anlatmaya sayfalar yetmez. İnsan, doğanın

dengesini keşfetmenin yanısıra, kendi bedenindeki dengeyi, organlarının

yaradılışındaki sistemliliği ve işleyişindeki anlamlı sebep, sonuç ilişkilerini

de araştırmaya yönelmiştir. Çağdaş bilim için genler gerçek bir

mucizedir. Mikroskopla bile görülmeyen genlerin tüm canlıların

soylarından gelen özellikleri içeren şifreler oluşu, yaratıcı aklın bir

diğer kanıtı değil midir? Şaşmadan işleyen doğal düzen ve canlılık,

tesadüflerle açıklanamayacak bir planlayıcı ve yaratıcı aklın varlığını,

bilimin de desteği ile insanlığa yeni örnekleriyle sunmaktadır.

Bu nedenle dinlerde varlığı bildirilen Yüce Yaratıcı, bilimin gelişmesiyle

insanın mantık yolu ile de algılayabileceği bir Yüce Akıl ve İrade

olarak olarak ortaya çıkmış ve özellikle de bilim adamları, Tanrı'nın

varlığı konusunda insanlığı doğruya yönlendirecek pekçok delil sunmuşlardır.

Çağdaş insan, artık sadece Kutsal Kitaplar söylediği için değil, fakat

bilimin sunduğu sayısız örneklerle de Tanrı'nın varlığına inanmaktadırlar.

Dolayısıyla inanç, insanın yüce bir güce bağlanmak ya da sığınmak

ihtiyacının bir ürünü olmaktan çıkmış, aklın, mantığın, bilginin ışığında

daha sağlam temellere oturmuştur. İnsan herşeyi vareden bu Yüce Aklı

tanıdıkça, O'na karşı bilinçsiz bir korku duymak yerine büyük bir saygı ve

sevgiyle gönülden bağlanmayı seçmiştir. Saygı ve sevgiye dayalı bir

inancın, korkuya dayalı bir inançtan daha sağlam ve daha içten olacağı

açıktır.

Peygamberlik Görevi ve Din

İnsanlık, peygamberleri kutsal kişiler olarak kabul etmekte ve

dinlerin temsilcileri olarak görmektedir. Tanrısal vahyin ürünü ve

dolayısıyla Tanrı'nın sözü olarak kabul edilen Kutsal Kitaplar kadar,

peygamberlerin kişilikleri, sözleri, davranışları da kutsal kabul

edilmektedir. Peygamberler, Tanrı'nın gücünü ve sözünü yeryüzünde temsil

eden ve kayıtsız şartsız itaatte kusur edilmemesi gereken kişiler olarak

görüldüğü içindir ki, dinler zaman zaman peygamberlerin adları ile ayırd

edilmiş, Musevilik, İsevilik ve Muhammedilik gibi tasniflemelere

gidilmiştir.

Peygamberlerin temel görevlerinin neler olduğunu ve taşıdıkları özellikleri

bilmek, dinlerin gelişimini değerlendirmek bakımından çok önemlidir. Tanrı'ya

bile dünyada elle tutulur, maddi sembollerle ulaşmayı deneyen insanoğlunun,

peygamberleri Tanrılaştırmasının, hiç de garipsenecek yanı olmasa gerek...

Peygamberlerin Tanrısallaştırılması konusundaki en güçlü örnek,

Hıristiyanlıkta yaşanmıştır. Hıristiyan alemi, İsa Peygamberi Tanrı'nın oğlu

olarak kabul ederek, ona insan dışı bir hüviyet atfetmiştir.

İslamiyette ise peygamber, Allah'ın elçisidir. Allah, elçisinden neler

istemektedir? Herşeyden önce, gönderdiği mesajı insanlara bildirmesini

istemektedir. Kuran, Ey Muhammed vazifen sadece tebliğ etmektir. Hesap

görmek bize düşer(Kuran-ı Kerim; Ra'd suresi/40)...Peygamberlere apaçık

tebliğden başka ne vazife düşer(age; Nahl suresi/35)...senin üzerine düşen,

sadece açık bir şekilde duyurmaktır.(age; Nahl suresi/82) Resule düşen sadece

duyurmaktır. (age; Maide suresi/99) diyerek, peygamberin görevine açıklık

getirmektedir.

Peygamberin diğer görevi ise, yine teblig görevi içinde sayılması

gereken, mesajın kapalı kısımlarını izah etmektir. Kuran, ..sana da bu

Kitabı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Ta ki

düşünüp öğüt alsınlar(age; Nahl suresi/44) demektedir. Bu tebliğ edilen

mesaj, insanlara sorumluluk yüklediğinden, peygamber hem müjdeci, hem de

uyarıcı olarak gönderilmiştir. Sebe suresinin 28. ayetinde, Biz seni ancak

bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik denilmektedir.

Kuran, elçinin görevinin ne olduğunu belirtmekle kalmamış, hiç şüpheye

yer bırakmayacak şekilde, ne olmadığını da açıklamıştır. ...Biz seni

onların üzerine bekçi yapmadık, sen onlara vekil de değilsin.(age;. En'am

suresi/107) Biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen yalnız

duyurmaktır.(age; Şura suresi/48) Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi,

peygamber ne vekil ne de bekçidir. O, Allah'ın mesajını insanlara

ileten bir elçidir.

Peygamberin sözkonusu mesaja herhangi bir ilave yapmaya yetkisi

yoktur.(Bkz. Kuran-ı- Kerim Hakka suresi 43-47) İnsanların uyduğu gibi

o da Kuran'a uymak zorundadır. Zira peygamber, insanların önünde, Kuran'a

uymak konusunda en güzel örnektir. Ahzap suresi 21. ayette, Ey iman

edenler, Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı

umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resulullah en güzel örnektir.

denilmektedir.

Kuran, peygamberin elçiliğini, önemini, görevini açıkça ortaya koyup,

insanlardan ona uymalarını istemekle birlikte, peygamberin bir insan

olduğunu da önemle hatırlatacak ve onu tanrısallaştırmayı engelleyecek

bir üslup kullanmaktadır. Peygambere istenen itaat, onun Allah'ın

elçisi olmasından dolayıdır. Resule itaat eden Allah'a itaat etmiş olur

ayeti bunun açık bir kanıtıdır. Peygambere iman edilmesini istemenin sebebi

de aynıdır. İman edilmesi gereken, peygamberin fiziki varlığı değil, onun

Allah'ın elçisi olduğudur.

İslamiyetin tartışma konusu yapılmasında ve köktendinciliğin

yaygınlaşmasında, peygamberin sünneti ile ilgili yorumların büyük payı

vardır. Peygamberin, Kuran'ı açıklamak ve yorumlamak konusunda yaptığı

açıklamaları ve bu açıklamalardan günümüze gelen doğru, yanlış aktarımları

Kuran'a alternatif bir ölçü olarak takdim edenler, köktendinciliğin,

gelişmesinde önemli pay sahibi olmuşlardır. Söz konusu yaklaşım, dinde

ciddi görüş aynlıklarının ortaya çıkmasına yol açarken, peygamberi de

tanrılaştırarak Kuran'daki anlatımlara ters düşen bir düşünce ekolü

geliştirmiştir. Zira Kuran, peygamberin de bir insan olduğunu ve hata

yapabileceğini açıkça insanlara aktarmaktadır.

Peygamberi ikaz eden ayetler, hem onun da yanlış yapabileceğini

vurgulamakta, hem de vahyin dışında, peygamberin kendi görüşü ile hareket

ettiğini ortaya koymaktadır.(age.s.68) Örneğin Abese suresinin 1-12. ayetleri

Hz. Muhammedin, söz dinleyip, arınmak, verilen öğütlerden yararlanmak

üzere gelen kör bir adama surat asıp, arınmak istemeyen kibirli bir

zenginle uğraşmasını kınayan ayetlerdir. Enfal suresinin 67-68.

ayetlerinde Peygamberin Bedir savaşında alınan esirleri, Ebubekirin

düşüncesine uyarak fidye karşılığı serbest bırakması eleştirilmektedir.

Tevbe suresinin 43. ayetinde ise Tebuk seferine katılmak istemeyen ve

mazeret ileri sürerek izin alanlara, Peygamberin izin vermesinin

yanlışlığı Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana iyice belli olup,

yalan söyleyenleri bilmezden önce niçin onlara izin verdin? diyerek

belirtilmektedir. Ahzab suresinin 37. ayeti ise, peygamberin evlatlığı

olan Zeyd'in, karısı Zeynep'ten ayrılmak istemesi üzerine Peygamberin

bunu önlemeye çalışması sırasında içinden Zeynep'le evlenmek geçtiği halde,

bunu açığa vurmamasından söz etmektedir. Allah'ın nimet verdiği; senin de

kendisine nimet verdiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah'tan kork

diyordun, ama Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun; insanlardan

çekiniyordun. Oysa asıl çekinmene layık olan Allah idi. Zeyd o kadından

muradını alıp da ondan ayrılınca biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları,

eşiyle ilişkilerini kestikleri zaman onların eşleriyle evlenmek hususunda

müminlere bir güçlük olmasın Bu ve benzeri ayetler Allah'ın elçisinin

de insan olduğunu ve hata yapabileceğini, ancak hatalarının Allah tarafından

düzeltildiğini ortaya koymaktadır. Bu ifadelerin Kuran'da yer alması,

Peygamberin gelecekte tanrılaştırılmasını önlemeye yönelik tedbirler olarak

kabul edilebilir. Ancak bunca uyarıya rağmen, Peygamberin sünneti, üstelik

zamanımıza aktarılanların kuşku götürür doğruluğuna rağmen, Kuran ayetlerine

neredeyse eş değer bir önemle uygulanmaya çalışılmaktadır.

Çağın değişen koşulları, Peygamberin yaşadığı döneme göre kıyaslanamaz

farklılıklara sahiptir. Bu koşullarda, Peygamber olsaydı acaba ne yapardı?

tarzındaki sorulara verilecek cevapların hiçbir şekilde bağlayıcı

ve doğru olması mümkün değildir. Zira bu sorulara verilecek cevaplar,

20.yy. insanının akıl yürütmesi ile oluşacak cevaplardır. Bu cevaplar,

üretenlerin kendi zihinlerinin ürünüdür. Çoğunlukla da 14. yüzyıl öncesinin

şartlarıyla koşullandırılmış zihinlerin malıdır. Aynca kimsenin de kendisini

Peygamber yerine koyup, üstelik de çağları geriye doğru devirerek,

güncel sorunlara kısır bir görüşle çözüm üretmeye hakkı yoktur. Çünkü

hiç kimse, Allah'ın kendisine Elçi olarak seçtiği bir Zat'ın 20.yy.

da yaşasaydı, ne karar vereceğini bilmek gücüne sahip olamaz. Bunu yapmaya

yeltenenlerin, köktendinci bir anlayışla dini kendi tekellerine

alarak, insanlara hükmetme arzularını tatminden başka bir amaçları olduğunu

kabul etmek mümkün değildir.

Çağdaş Dünya-Din Olgusu

Dini öğretilerin tümünde insanın manevi gelişimi için gerekli olan temel

ahlak kuralları bulunmaktadır. Bu kurallar tüm dinlerde aynıdır.

Erdemli bir insanın tanımını yapan bu kurallar artık tümüyle insanlığa mal

olduğu gibi, tartışmasız doğrular olarak da kabul görmektedir. Hatta

dine ve Tanrı'ya inanmayanların dahi bu temel ahlak normlarını reddetmeleri

sözkonusu değildir. Bu yönü ile din ile çağdaş dünya arasında hiçbir

uyumsuzluktan ve çatışmadan söz edilemez.

Ancak dini öğreti içinde yer alan sosyal kurallar, toplumsal

yapıdaki değişime paralel olarak tartışılmaya ihtiyaç göstermektedir.

Hıristiyanların kutsal kitabı olan İncil, sadece ahlaki ilkelere yer vermiş,

toplum düzenine ilişkin hiçbir kural getirmemiştir. Yine İsa Peygamber'e

yaşarken sorulan sorulardan ve onun verdiği cevaplardan da din ile yönetimin

birbirinden tamamen ayrı tutulduğu anlaşılmaktadır. Ancak Tevrat ve Kuran

için aynı durum sözkonusu değildir. Her ikisi de siyasal din niteliğinde

olup, dinin devlet işlerini de düzenlediği açıkça ifade edilmektedir.

Bu nedenle Batı, geçmişteki çarpıtılmış ruhban sınıfı hegemonyasını kırıp,

ortaçağ bağnazlığını bilimin ışığı ile aştıktan sonra, laiklik konusunda

hiçbir ciddi sorun yaşamamıştır.

Türkiye dışındaki İslam ülkelerinin ise İslam devletini benimsemiş

oldukları için, laiklikle ilgili bir sorunları bulunmamaktadır. Bu

nedenle Türkiye tipik bir model teşkil etmektedir; laik olan tek müslüman

ülkedir. Dolayısıyla da İslamın en fazla tartışıldığı ülke konumundadır:

Bu, asla sonu gelmeyecek olan kısır bir tartışmadır. Zira Kuran'daki

İslamı bütünü ile kabul ederek Siyasal İslamla mücadele etmek mümkün

değildir. Günümüzde sergilenen tablo ise, Kuran'ı bütünüyle kabul

ettiklerini zanneden, ona kendilerince yorumlar bulmaya çalışan ve

en müslüman olduklarını iddia eden laik düşünce taraftarlarının Siyasal

İslamla sürdürdükleri mücadeleden nasıl yenik çıktıklarını gösteren çok

sayıda örnekle doludur. Dinle, dinin kuralları ve oyun alanı içinde

mücadeleye kalkışanların, laiklik konusunda bir zafere ulaşmalarını

beklemek boşuna olacaktır.

Bu nedenle Türkiye'de din olgusunun ve bununla bağlantılı olarak

Siyasal İslamın tartışmaya açılmasına ihtiyaç vardır. Buna kalkışanları

nasıl bir akıbetin beklediği ise bir sır değildir. Ancak, gerçek bir

aydınlanma çağının başlayabilmesi için cesarete, işbirliğine muhtaç

olduğumuz da göz ardı edilemez bir gerçektir.

Bu tartışmanın amacı, insanların inanç özgürlüğüne müdahale amacı

taşımamaktadır. Çünkü ülkenin içinde bulunduğu koşullarda birey için en

büyük sorun, dini inancını ifade etmekte değil, inanç sistemini

tartışmakta ve bunu ifade etmekte özgür bırakılmamasıdır. Demokrasinin

inanç sistemlerine tanıdığı özgürlüğü, sistemleri tartışanlara da tanımasını

istemek ise demokrasinin gereği değil midir?

Dinler ve Köktendinciler

Dinler ortaya çıktığından beri, köktenciler de vardır. Köktendinciliği

sadece İslamiyete özgü bir hal saymak çok yanlış olur. Çünkü köktendinci

akımların en güçlü olanları Hıristiyanlık aleminde yaşanmıştır. Benzeri

akımlara İsrail de de sıkça tanık olunmaktadır. İsrail Başbakanı İshak

Rabin'in öldürülmesi, köktendinci hareketin varlığını gösteren en önemli

delillerden sayılmaktadır. Hıristiyanlık ise orta çağ boyunca kökten

dinciliğin sayısız örneklerini yaşamıştır. Bilimi dinin tekeline alan

kilise, dünyanın hareket ettiğini savunan Bruno'yu dini öğretilere aykırı

olan bu iddiası sebebiyle ateşte yakmış, dünyanın güneş etrafında döndüğünü

ileri süren Galile ise engizisyon mahkemesinin kararı ile dokuz yıl bir

kulübede hapse mahkum edilmiştir. Her yeni buluş ve düşüncenin kanıtını

dinde arayan bu anlayış, Avrupa'nın orta çağ karanlığını yaşamasına sebep

olmuştur.

Köktendinci akımlar; insanlığın gelişimi ile ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara

cevap verecek her türlü yenileşme hareketine, dini kaynaklardan yanıt aramayı

esas aldıkları için, çağdaşlaşma ile daima çatışmak zorunda kalmışlardır.

Köktendincilik, Kutsal Vahye dayalı dini öğretilerin insan aklının üstünde

ve her türlü çağdaş ihtiyaca cevap verebilecek gizli ve açık şifreleri

taşıdığına inanan bir inancın ürünüdür. Vahyin ürünü olan her kelime, her

kalıp, her türlü yorumun dışında, olduğu gibi kabul edilmesi ve uyulması

gereken hükümler olarak kabul edilir. Ancak İslamcıların köktendinciliğinde

hedef, yalnızca şeriata dönüş değildir. Siyasal ve sosyal yaşamın, ilk

müslüman toplumun yapısına uygun biçimde yani Peygamber ve dört halife devri

olan Asr-ı Saadete göre yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Dine bağlılık,

bu bağlılıktaki titizlik, her emre kılı kırk yararak uyma, uymayanları

cezalandırma köktendinci akımların temel felsefesini oluşturur. Böylece

köktendinciler, daima en dindar olduklarını ve dinin mutlak koruyuculuğu

görevini üstlendiklerini iddia edegelmişlerdir. Çoğu kez bir köktendinci

için savaşılması gereken asıl hedefi, farklı dine inananlar değil, kendisi

ile aynı dine inanıp da, dine farklı yorumlar getirdiği düşünenler teşkil

etmektedir. Çünkü dini çağdaşlaştırarak, günün ihtiyaçlarına uygun biçimde

yorumlamak, dini tahrif etmek anlamına gelmektedir ki, bu kabul edilmesi

mümkün bir durum değildir. Üstelik dini, günün şartlarına göre yorumlamak,

Allah sözü olan Kitabın özünden saptırılması olarak kabul edilmektedir ki,

bunu yapanlar, kendilerini Allah yerine koyup, O'nun sözlerini değiştirmeye

cüret edenler, bir başka ifade ile Allah'a şirk koşanlardır.

İslamda ilk köktendinci hareketler Sıffın savaşı ile başlamıştır. Hz.

Ali ile Muaviye arasındaki savaşta, Muaviye askerlerine mızraklarının

ucuna Kuran sayfalarını geçirmelerini söylemiş ve Ali'nin ordusunu,

Kuran'a uymaya davet etmiştir. Hz. Ali, bu eylemin bir anlamı olmadığını,

savaşmaya devam etmeleri gerektiğini askerlerine söylediği halde,

ordunun içinden bir grup, buna karşı koymuştur. Bu grup, Kurralar dır.

Kurralar, Kuran'daki hükümleri düşünmeden, boyuna Kuran okuyan,

vakitlerini ancak namaz kılmakla geçiren bir hafızlar topluluğudur.

Kurralar isimlerini ilk defa Ebu Bekir zamanında yalancı peygamber

Museylime ile yapılan savaşta duyurmuşlar ve o savaşta önemli ölçüde zaiyat

vermişlerdir. Kuran'ı ezbere bilen insanların savaşlarda ölmesinden endişe

duyan Ömer'in ısrarı ile Ebu Bekir ilk yazılı Kuran'ı oluşturmuştur. Hz.

Osman ise Kuran mushaflarını yeniden tanzim ettirip çoğalttırmıştır.(age,s.85)

İşte Ali'nin ordusunun dağılmasında rol oynayan Kurralar, İslamdaki

ilk köktendincilerdir. Böylece Peygamber zamanında Kuran'ı ezberlemekle

başlayıp, yavaş, yavaş aşırı dindarlığa dönüşen bir akım, Hz. Osman

zamanında yobazlığa dönüşüyor, Sıffın savaşında ise, yüzyılların kaderini

etkileyecek bir boyuta ulaşıyordu. Kurraların bu başkaldırısında

köktendinci eğilimlerinin yanısıra, giderek azalan sosyal statülerini

siyasal bir hareketle güçlendirme eğiliminin de yattığı kuşku götürmez bir

gerçektir. Halife Osman'ın Kuran'ı yazılı hale getirip çoğaltması,

Kurralara olan ihtiyacı azaltmış, onlar da siyasal bir hareketle eski

statülerini yeniden kazanmak için eyleme geçmişlerdir. Haricilik hareketi,

köktendincilerin öncülüğündeki ilk muhalefet hareketi olarak İslam

tarihindeki yerini almıştır.

Hariciliğin köktendinci bir zihniyetin ürünü olduğunu gösteren ilginç

olayı aktarmakta, bu mezhebin dine bakışını anlamak açısından yarar vardır.

Basra'dan çıkan Hariciliğin bir bölüğü, Nehrevan'a gelirken, merkep

üstünde bir kadının gelmekte olduğunu, yanında da kocasının yürüdüğünü

görürler. Kadın hamiledir ve doğurması yakın görünmektedir. Adama

kim olduğu sorulur. O da Ashap'dan Habbab'ın oğlu Abdullah

olduğunu söyler. Bunun üzerine kendilerine bir hadis söylemesini isterler.

Konuşma devam eder. Daha sonra adama Halife Ebu Bekir, Ömer, Osman

hakkında ne düşündüğü sorulur. Hepsi için iyi şeyler söyler. Ali hakkındaki

görüşü istendiğinde de Abdullah, Ali'nin hepsinden daha alim, takva

sahibi ve basiret sahibi olduğu cevabını verir. Bu cevaptan hoşlanmayan

Hariciler Abdullah'ı öldürmeye karar verirler. Onu ve karısını bir

hurma ağacının altına sürüklerler. Bu sırada ağaçtan bir hurma düşer.

Haricilerden birisi, bu hurmayı alıp, ağzına atar. Bir diğeri, hemen

arkadaşını uyarır. Çünkü hurmayı sahibi helal etmeden ya da para vermeden

almıştır. Hurma hemen ağızdan çıkarılır. O sırada bulundukları yere bir

Hıristiyana ait bir domuz gelir. Haricilerden biri bir kılıç sallayarak

domuzu öldürür. Diğerleri ona, bu yaptığının fesat çıkarmak olduğunu

söylerler ve hemen domuzun sahibi bulunup, parası verilir. Bu örnekler,

Haricilerin Kurandaki emirlere nasıl itina ile uyduklarına örnektir. Ancak

olay burada bitmemektedir. Çünkü Abdullah, müslüman olduğunu ve İslamda bir

kötülük yapmadığını söylemesine rağmen koyun gibi yatırılıp boğazlanır.

Karısının da karnı deşilir. Ağaçtan düşen hurmayı sahibinin izni olmadan

yemeyen, domuzun bedelini ödeyen bu köktendinciler, kendi dindaşlarını

hem de sahabeden bir müslümanı ve onun hamile karısını acımasızca öldürmekte

bir sakınca görmemişlerdir.(Önder Güngör; age,s.82-83) Bu örnek, Kuran'ı

ezbere bilmek, ve emirlerine aynen uymanın, dar görüşlülüğe engel olamadığını ve insan

hayatı gibi en kutsal değerlerin, hatta Kuran'da büyük önem verilen

din kardeşliğinin bile bu kısır düşünce sistemi içinde nasıl kolayca feda

edilebildiğini göstermektedir. Köktendinciliğin dine verdiği büyük

zararı da açıkça ortaya koymaktadır.

Köktendinci akımların günümüzdeki izdüşümlerinde de benzeri motifleri

bulmak mümkündür. Türk toplumunun 20. yy. daki köktendincileri,

hayatın her aşamasına dinin egemen olmasını isterken kuşkusuz dinin

sahibi olarak kendilerini görmektedirler. Dinin siyasal ve sosyal

yaşama hakimiyeti, köktendincilerin de iktidara hakimiyeti anlamına

gelmektedir.

Ancak iktidar sözkonusu olduğunda cevaplanması gereken pekçok soru

vardır. Köktendinci bir iktidarın çağdaş toplumun ihtiyaçları konusundaki

çözümleri neler olacaktır? Akit Gazetesi yazarlarından Faruk Köse, İslam

Devleti Kurulamaz başlıklı yazısında(Akit Gazetesi, 14 Mart.1997) bu

konudaki zorlukları ve İslami kesimin yeterince hazırlıklı olmadığını, ince bir serzenişle şöyle

dile getiriyor: İslam Devletine giden yolda vazgeçilmez ve olmazsa

olmaz üç esas vardır. Bunlardan birincisi, şahıslar etrafında değil,

ilkeler, prensipler ve müesseseler etrafında bir araya gelmektir. Bunları

belirleyip, tespit ettik mi? İkincisi lüzumlu eleman yetiştirmek, kadro

hazırlamaktır. Hangi kadroları kurabildik? Üçüncüsü gerçekleştirilecek

İslami Devlete ulaştırabilecek nitelikte yapılanmaktır. Devlete göre mi

yapılandık?

Dilerseniz bu hususu biraz açalım. İslam fıkhı ve hukuku inceden

inceye araştırıldı mı? Değişik kitapların değişik yerlerinde varolan

hukuk kaideleri konularına göre ayrı ayrı ve her konuya dahil hükümler de

kendi içinde sistematik olarak düzenlenmek suretiyle tedvin ve tasnif

edildi mi?

İslam hukuku şahıs, aile, miras, borçlar, alacaklar, haklar,

ticaret, sözleşmeler, tüzel kişiler, kurumlar, ceza, mükafat vb. bütün

hususlarıyla sistemli birer hukuk külliyatı olarak hazırlandı mı? Mesela

İslam hukukuna göre İslami Ceza Kanunu hazırlandı mı? İslam Devletine giden

yolda gerek duyulacak şeri ilkeler, prensipler, müesseseler tespit,

tayin ve tedvin edildi mi? Sağlıklı bir şekilde müesseseleşildi mi?...

Görülen odur ki İslam Devletini kurmaktan belki daha zor olan yönetmektir.

Ancak bu zorluğun sebebi elbet ki köktendinci yaklaşım olmaktadır. Zamanın

ihtiyaçlarına cevap vermeyen bir sistemden, zorlama yorumlarla yeni ve

köklerine tamamen bağlı bir sistem üretmek nasıl mümkün olabilir ki? Böyle

bir sistemin üretilebilirliğini iddia edenlerin karşısında, her zaman

sistemin dinin özüne, Peygamber dönemindeki uygulamalara uygun olmadığını

iddia eden başka köktendinci grupların olması kaçınılmazdır.

Köktendinci zihniyetin bu konudaki rahatsızlığı, gazete sütunlarına da

yansımaktadır. İşte Akit Gazetesi yazarlarından Mustafa Kaplan bir

okuyucusunun düşüncelerine katıldığını ifade ederek, rahatsızlığını şöyle

dile getiriyor: Rasulullah sana geliyor! Evet yarın zaman ve mekan

kavramı ortadan kalksa ve birisi size böyle söylese ne olur? Evimize,

efendimiz, şefaatçimiz gelse, evimizden neler kaldırırız? diye bir soru

ile başlıyor yazısına. Sonra devam ediyor, Ömründe hiç oturmadığı ceviz

koltuktarı mı, yatağını sermek için çabalarken yaylı sünger yatakları mı

kaldırırız? Köşede asılı duran babamızın resmini mi, büfedeki kristal

bardakları mı?...İşlerimizi sorsa, fabrikamıza aldığımız kredinin düşük

faizli olduğunu nasıl izah ederiz?...Okuduğumuz dergiyi, gazeteyi ona

gönül rahatlığı ile gösterebilir miyiz? Eş ve çocuklarımızın onun

hanımlarına benzediğini söyleyebilir miyiz? Ya da sakal bırakmamamızın

sebebini izah edebilir miyiz? ...Onunla yemeğe otursak, ömründe üç çesit

yemeği bir arada yememiş olan Allah'ın Habibine, Getirin buzdolabındaki

katıkları dese, ne cevap veririz?. Namazlarımızı kılarken O önümüzde

durduğunda, ayağımızda kotla, kısa kollu gömlekle ya da başımızda baba,

şapkası gibi takkeyle namaza dahil olmaya kalksak, bizi cemaatine alır

mı?...(Akit Gazetesi, 20 Mart 1997) Yazar bu soruların ardından peygamberin Sünnet-i Seniyyesinden

uzakta yaşamasının acısını hissettiğini anlatıyor.

Bu anlatım çağdaş yaşamın her türlü imkan ve kolaylığının sadece

Peygamber döneminde olmadığı için dine aykırı olduğu mesajını vermekte ve

köktendinciliğin boyutlarını anlamaya yardımcı olmaktadır.

İnsanın toplumsal yaşamını olduğu kadar özel yaşamını da en küçük

ayrıntısına varana dek düzenlemeye talip olanlar, Kuran'da yer

almayan, insanın özgür iradesine terkedilen alanları da kontrole almak

konusunda özel bir gayretkeşlik içindedirler. Bu zorlama dinselleştirme

gayretlerine birkaç örnekle açıklık kazandırmak yararlı olacaktır. Aşağıdaki

örneklerle, halkın özgür iradesinin dini kullananlarca nasıl engellenmeye

çalışıldığına özellikle dikkati çekmek ve köktendinci düşünce sistemine

açıklık getirmek amaçlanmıştır.

Bir okuyucu Akit Gazetesinde Fıkıh yazarı Yusuf Kerimoğluna soruyor:

İslam dininde müziğin hükmü nedir?....Mübah olan müzik çeşidi var mıdır?

Cevap: İslam dinide müziğin hükmü nedir sualine tek bir cevap verebilmemin

imkanı yoktur. Zira müçtehid imamlar, farklı delillere dayanarak değişik

içtihadları gündeme getirmişlerdir. Bunlardan herhangi birisini tek başına

islamın hükmü ilan etmek doğru değildir. Önce Hanefi fukahasının müzik

konusunda ortaya koyduğu hükümleri izah etmeye gayret edelim.

Resul-i Ekrem (SAV)'in çalgı aletlerini kendi arzusuyla dinlemesi

ben-i adem için ma'siyettir. Onun ile zevklenmek, küfran-ı nimettir.

hadisi şerifini esas alan Hanefi fukahası Müzik çalmak ve isteyerek

dinlemek caiz değildir hükmünü Zahirur rivaye olarak benimsemiştir.

Cihada teşvik için vurulan kös, düğünlerde çalınan zilleri olmayan

tef(müzik olarak değil ilan olarak belirlendiği için) istisna kabul edilmiştir.

Başkasına dinletmek ve rızkını o yoldan temin etmek caiz değildir. Feteva-ı

Hindiyye'de Bir mükellef, davul zurna çalarak, bunun karşılığında mal

alsa, bu kazancı helal olmaz. Teganni ederek (şarkı-türkü söyleyerek)

kazandığı parayı borcuna veren kimsenin alacaklısı, bunu kabul edemez.

hükmü kayıtlıdır. İmam-ı Merginani bir değnek çubuğunun yere düzenli, şekilde

vurulmasından çıkan sesin dahi müzik hükmünde olduğunu ve bundan

zevklenmenin caiz olmayacağını belirtmektedir. İmam-ı Yusufa Tef çalmanın

hükmü nedir? suali sorulmuş, bunun üzerine: Düğün merasiminde çalışma

caizdir. Ayrıca bir kadın ağlayan çocuğunun susması için tef çalarsa, zararı

yoktur. Bu mekruh da değildir. Ancak tef ile beraber şarkı-türkü söylerse bu

kerihtir. (iğrençtir). Bayram gününde tef çalmakta bir beis yoktur.

cevabını vermiştir. İmam-ı Şafşi ve İmam-ı Malik, Düğün merasimlerinde

çalınan musikinin ve bayram eğlencelerinin caiz olduğunu esas almışlardır.

İmam-ı Gazali İhya isimli meşhur eserinde, müzik hakkında varid olan

bütün ihtilafları zikrettikten sonra, Müziğin tek bir hükme bağlanamayacağını,

durumuna göre haram, mektuh, mübah ve müstehab olabileceğini kaydetmektedir...

İslam uleması Güftesi İslami hükümlerin reddini, kaderin inkarını ve

fesadın yayılmasını teşvik ediyorsa, icra edilmesi caiz olmaz hükmünde

müttefiktirler. Konu Elfaz-ı Küfr açısından değerlendirilmiştir. Bugün

güftesi elfaz-ı küfr (dinden çıkmaya sebep olan sözler) içinde mütalaa

edilebilecek çok şarkı ve türkü vardır.....

Bu örnek, müzik dinleme ve icra etmenin dini açıdan ne kadar farklı

ve karmaşık yorumlara açık olduğunu ortaya koymaktadır. Kuran'da bu

konuda herhangi bir hüküm olmamasına rağmen, köktendinciliğin, insan

ruhunun gelişmesi, sanatın ilerlemesi açısından son derece önemli olan

müzik gibi bir konuda bile nasıl kısıtlayıcı bir tavır aldığını ortaya

koymaktadır. Elbette burada sorulması unutulan bir soru vardır. Onu

da biz soralım. Müziğin kaynağı doğanın ta kendisi değil midir? Rüzgarın

sesi, ağaçların hışırtısı, kuşların nağmeleri, yağmur damlacıklarının sesini

dinlemek, dinen caiz midir?

Bir başka örnek, ilkinden daha da garip. Yine Akit Gazetesinin

okuyucu köşesi olan Sizin Köşeniz(Akit Gazetesi, 15. Mart. 1997)

bölümünde yer aldığı için, okuyuculardan özür dileyerek, aktarıyorum:

Yazının başlığı: Yaşar Nuri ve ayakta bevl! Yazan İsmail Kurtaran

adlı bir okur.

Yazının ana konusunu teşkil ettiği için bevl kelimesinin lügat anlamını

da açıklayalım. Bevl: idrar yapma

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün 7.3.1997 günü ATV'de katıldığı bir

programda, şu ifadeleri kullandı; Ayakta bevl yapmak günahtır diyorlar,

bunun dinle ne alakası var? ve buna benzer birçok ifadeler kullandı...

Kitaplarda def-i hacetten bahsederken ayakta bevl yapmanın mekruh olduğu

ifade edilmektedir. Bununla alakalı bilgi fıkıh kitaplarında

hatta kitapların taharet bölümünde hususiyle kitapların ibtidasında

zikredilmektedir.

Ayakta bevl yapma ve bevlden kaçınma hususunda bazı hadis-i Şerifleri

hatırlatmak istiyorum.

1.İdrardan korununuz, çünkü kabir azabının hemen hepsi bevldendir.

2.İdrardan çok iyi korununuz, çünkü kulun kabirde ilk önce hesaba

çekileceği husus bevldir.

3.Muhakkak ki sizden biriniz, kabirde azab edilir. Şüphesiz bevl

ettiği zaman istintar etmezdi denilir. İstintar, idrarın son damlasını

çıkarmak için çaba harcamaktır.

Özürsüz olarak ayakta idrar yapmak mekruhtur. Bu hususta Peygamberimiz,

şöyle buyurur: Hz. Ayşe: Kendisine Kuran nazil olmaya başladığından beri..

Resulullah ayakta bevl etmemiştir.

Yine İmam-ı Ahmed'in Tirmizi'nin (cilt 1,225. sayfa) Nesai'nin 307

nolu hadis ve İbn-i Mace'nin tahriş ettiği hadiste de Ayşe demiştir ki,

Size Nebiyyi Azam'ın ayakta bevl ettiğini kim haber verirse ona inanmayın.

mutlaka oturarak abdest bozardı.

4.Abdullah İbni Mesud'un şöyle dediği rivayet olunmuştur: Şüphesiz

ayakta abdest bozman da cefadandır.

5.Peygamberimiz ayakta idrar yapmayı yasakladı.

Bazı alimler de ayakta idrar yapmayı caiz görmüşlerdir, ayakta idrar

yapmaya ruhsat vermişlerdir. Dayandıkları isnad, Şu hadisi

şeriftir: Hz. Huzeyf'dan bir gün Peygamber bir kavimin çöplüğüne vardı ve

oraya ayakta bevl etti.

Ayakta idrar yapmayı mekruh gören ulema bu hadisi şerif karşısında

şu tevili yapmıştır.

A.Kadı İyaz'ın beyanına göre; uzun zaman oturan Efendimiz'i bevl

sıkıştırmış, uzağa gidememiş hemen ayakta bevlini yapmıştır.

B.Rasulullah dizindeki veya belindeki bir hastalıktan dolayı

idrarını ayakta yapmıştır. (Zira Araplarda bu şekilde yapılan idrarın bel

ağrılarına iyi geleceği kanaati yaygındı)

C.Çöplükte müsait bir yer bulamamıştır.

D.Bir ihtimal de ayakta küçük abdest bozmanın caiz olduğunu göstermek

için yapmıştır.

Bu hadis-i şeriflerden çıkarılan neticeye göre ayakta idrar yapmak

mekruhtur. Fakat bu mekruhiyet, kerahati tahrimiye olmayıp, kerahati

tenzihiyedir.

Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; ayakta veya oturarak bevl yapmanın

dinle alakası çoktur...

Bu örnekle ilgili yorumu okuyucuya bırakıyorum. Ancak yukarıdaki

konularda bile bir fikir birliğine varmayı zorunlu gören, buna

ulaşmak için de büyük emek harcayan köktendinci zihniyetin, çağdaş sorunları

din aracılığı ile nasıl çözüme ulaştıracağını sorarak, Türk insanının hakkı

olsa gerek.

Elbet ki köktendinciler her zaman bu kadar masum konularla uğraşmıyorlar.

Ancak zihniyeti tanımak için, bu masum örneklere atıf yapmak gerekmiştir.

İnsanların tuvalet alışkanlıklarına dahi karışma ihtiyacı duyan bir

zihniyetin nasıl bir sistemin müjdecisi olduğu ortadadır.

Köktendinci zihniyetin bir diğer örneği ise Türk kamuoyuna mal olmuş

bir olaydır. RP. milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan, sarıkla namaza

gitmenin 80 kere daha fazla sevap teşkil ettiği konusunda halkı

bilgilendirmiştir. İslamın ibadet anlayışı ile tezat teşkil eden ve Diyanet

İşlerinin de itirazına yol açan bu açıklama, köktendinci anlayışa tam bir

örnek teşkil etmektedir. Halkın bir bölümü ise, Peygamberin de namazı

sarıkla kıldığını ve bu sebeple sarıkla namaz kılmanın sünnet olduğunu

TV kameraları önünde söylemekte ancak sevabın kaç kat arttığı konusunda

Ceylan'la anlaşamamaktadırlar. Hatta namaza yürüyerek gitmekle, bir taşıta

binerek gitmenin sevaba katkısı da irdelenen konular arasında yer almaktadır.

Bu anlayışın, dinin amacına ya da insanın imanına ve ahlakına ne gibi bir

katkısı olduğu ise, tartışma dışıdır.

Köktendinci harekete gösterilen tepkinin, bilinçsiz bir tepki

olmadığı da açıktır. Din adına iktidara talip olanların, ülkeyi nasıl bir

maceraya sürüklemek istedikleri, fıkıh karmaşasına boğulmuş bir sistemden,

nasıl bir yönetim yaratmayı amaçladıkları ve özel hayatın hangi noktalarına

kadar dini tekel uygulamayı planladıkları düşünülmesi gereken ciddi

sorulardır.

Dinler tarihi boyunca yaşanan pekçok olaydan da görülebileceği gibi,

köktendincilik, dipsiz bir kuyu gibidir. Her İslami hareket ve

yorumun kaışısında daha köktenci bir hareket bulması kaçınılmazdır.

Dolayısıyla köktendinci düşünceler, sadece din devletine karşı olanlar için

değil, Siyasal İslamı yaşama geçirmek isteyenler için de büyük bir tehdit

oluşturmaktadırlar. Şeriata dayalı bir devlet düzenine karşı çıkıp, yine din

ve Allah adına daha katı bir anlayışla yönetime talip olmak isteğinin önü

alınamaz.

Tarihin her döneminde dinin özünü hayata geçirmeye talip olan yeni

köktendinci gruplara raslamak kaçınılmazdır. Çünkü İslam dini, doğruluğu

kuşku götürecek kadar geniş, sahih olduğu tartışılır nitelikteki bir

hadis kaynağına sahiptir: İslamda otorite kabul edilen en önemli

hadis yazarlarından olan Buhari, Sahih-i Buhari diye bilinen eserini

yazarken, 600.000 hadis toplamış, ancak bunların 7275'ini değerlendirmiştir.

Bir diğer önemli hadis kitabı olan Sahih-i Müslim'in yazan Müslim bin

Haccac ise, topladığı 300.000 hadisten sadece 4000'ini kitabına almıştır.

Ahmednin Hanbel ise Müsned isimli hadis kitabı için 750.000 hadis

toplamış, bunlardan 40.000 ini seçerek kullanmıştır. Ebu Bekir ve Ömer'in

döneminde hadis yasağı konulmuş ve yazılı hadisler toplanıp yaktırılmış

ancak Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminde yeniden hadis toplama

işlemi başlatılmıştır.(Önder Güngör; age, s.100) Acaba Peygambere en yakın kişiler olan Ebu Bekir

ve Ömer hadisleri neden yaktırmışlardır? Bu kararı almalarındaki sebebin,

sahih olmayan hadislerin, gelecekte dini yozlaştırmasından duydukları

endişe olduğu muhakkaktır.

Ayrıca Hz. Peygamber, peygamberliğinin ilk yıllarında kendi sözlerinin

yazılıp, toplanmasını yasaklamıştır. Sebep açıktır: O, yalnız Kuran

vahiylerinin yazılmasını, ezberlenmesini ve korunmasını esas alıyordu.

Kendi sözleriyle Kuran ayetleri arasında korunması gereken farkı

sahabilerin bildiklerinden kuşkusu olmamakla beraber, ilk zamanlarda

dikkatleri yalnız Kuran üzerinde toplamak için böyle bir yol seçmiştir.

Daha sonra, vahyin gelen ayetleri yerleşmiş bir tavır ve metodla, mükemmel

biçimde zaptedildiği için, başta konan yasak kaldırılmıştır.(Yaşar Nuri

Öztürk; 500 Soruda İslam, İstanbul, 1989, s.143)

Ancak peygamberin sözü olduğundan kuşku duyulmayan ve mütevatir denilen

hadislerin sayısı çok azdır. Lafzı ve manasıyla mütevatir sayılan

hadislerin sayısı 20'ye kadar inmektedir... Mütevatir dışında kalan hadislere,

İslam bilginleri haber-i vahit, yani tek kişiden nakledilen haber demişlerdir...

Bunlar ancak günlük hayatın pratik meselelerinde uygulamaya esas alınabilir.

Ne var ki bu konu da başlangıçtan beri tartışılmıştır. Kısacası hadis alanı

hayli söz götüren bir alandır. Yüzlerce, binlerce hadis uydurulmuştur. (24. age,s. l42)

Bu uydurma hadislerin köktendinciliğin kaynağını oluşturduğu, şüphe götürmez

biçimde açıktır.

İslam alemi uydurma hadislerin yanısıra, dar görüşlülükle kısır yorumlara

açık bir sünnet anlayışına sahip kitleleri de içinde barındırmaktadır.

Peygamberin davranışlarından, hal ve tavırlarından günümüze aktarılan

bilgilerin, ne kadar doğru olduğu da en az sözlerinde ki aktarımlar kadar

kuşkuya açıktır. Bu nedenlerle, Kuran'la sınırlı kalamayan ve bireysel

yorumlarla yapılanmayı sürdüren dinin, köktendinci görüşlere geçit

vermesinden en fazla yara alan yine yaşayan İslam olmaktadır. İnsan aklının,

din adına yapılan yorumların altında bir değere sahip kılınması,

köktendincilere alabildiğine geniş bir hareket alanı yaratmaktadır.

Din ve Devrim

Şeriat zorla gelmez, o Allahı Lütfudur. Şeriat, ancak ona layık olan

topluma gelir... Bu sözler, Siyasal İslamcılarca sık sık

söylenmektedir. Bu gerçekten doğru mudur? Yakın tarihe bir göz atanlar,

din ve devrim sözcüklerinin birlikte kullanılır olduğunu göreceklerdir.

20. yy'ın son çeyreği, İslam Devrimlerinin İslam şeriatının yolu olduğunu

ortaya koymaktadır.

İslam ve devrim arasındaki ilişki, İslamın siyasal bir din oluşundan

kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidarın dini esaslara göre yapılanmasını amaç

bilen ulemanın planlı gayretleri İslam devrimi olgusunu ortaya koymuştur.

İslam Devrimi, Humeyni ile başlayan ve İran'ın önderliğinde yükselen bir

siyasal harekettir. Dolayısıyla kendiliğinden değil, uzun yıllar süren

kadrolaşmalar, eğitim faaliyetleri ve halkın dini yönden bilinçlendirilmesinin

bir ürünüdür.

Devrime hizmet eden şartlar ise, en az devrimi hazırlayanların

planlı çalışmaları kadar önemlidir. Çünkü halkın bir ayaklanmaya razı

edilmesi, onun yaşadığı koşullara duyduğu tepki ile bağlantılıdır. Ekonomik

şartların devrime giden yolda en önemli faktör olduğu inkar edilemez.

Gelir dağılımındaki adaletsizlik, halkın yoksullaşması, azınlığın refah ve

sefahati, yönetenlerle yönetilenler arasındaki güveni zedeleyen ve halkta

yönetenlere karşı kin ve nefret duyguları uyandıran önemli sebepler

arasında yer alır. Bunun en tipik örneğini İran'da görmek mümkündür. Şah

rejiminin halkta uyandırdığı tepkiyi, İran Devriminin yaratıcısı olan

koşullar içinde önemsememek mümkün olamaz. Ülkede kişi başına düşen gelir

4000 doları aştığı halde, toplam milli gelirin yarıdan fazlasının ülke

nüfusunun yüzde 1'inin elinde toplanması ve petrolden kazanılan milyarlarca

doların Şah ailesi ve yakınlarının hizmetine ayrılması yolundaki iddialar,

(İntişarat-ı Nida-yı Ehli Beyt; İran İslam İnkılabı, Ankara 1993, s.282)

halkın rejime duyduğu güvensizliğin önemli sebeplerini oluşturmuştur.

Devrimi hazırlayan diğer bir faktör, yönetimin despotik karakteri olmuştur.

Halkı karşısına alan, ayaklanmaları silahla önlemeye çalışan, baskın,

tutuklama, sürgün gibi yıllara başvuran iktidarın, dökülen kanların

bedelini kendi varlığı ile ödemek durumunda kaldığı açıkça ortadadır.

Burada çok dikkat çekiçi olan husus, halkla devlet, halkla ordu arasındaki

çatışmaların daima devrimi planlayanların işine yaramış olmasıdır: Hatta

denilebilir ki halk-devlet güçleri arasındaki çatışma, devrime giden

yolda beklenen, istenen, planlanan bir çatışmadır. Büyük halk yığınlarını

harekete geçirmek için, kendi aralarından birilerinin öldürülmesi kadar

işe yarayan hiçbir şey yoktur. Devrimi planlayanlar, yüce bir ideal

uğruna mücadeleye girecek kitleleri ölmeye ve öldürmeye şartlamakta,

hatta bunun şerefi konusunda ikna ederek, göğüs, göğüse bir çatışmanın

yaşanacağı ortamı önceden hazırlamaktadırlar. İran Devrimine giden yolda

halkın cihad konusunda şuurlandırılmasında Humeyni'nin mesajları büyük

rol oynamıştır. Humeyni, Keşf ul Esrar adlı kitabında İslam devrimi

için silahlı mücadeleyi desteklemiş, hatta müslümanları buna katılmaya

çağırmıştır. Bu kitabında Humeyni, Bazen İmam'ın ya da onun vekili

temsilcinin yokluğunda savaş, savunma için vacip olur. Mesela bir

insan, düşman saldırısına uğrayan bir grubun içindeyse veya düşman akını

İslam şehirlerini ele geçirmek veya müslümanları tutuklamak veya onların

mal ve mülklerini soymak için yapılıyorsa böyle durumlarda ve bütün bu

şartlarda kendi canlarını ve mallarını savunmaları ve yabancılarla

savaşmaları vaciptir. diyerek ve(age., s.28-29) Kuran da Onlar sizinle savaştıkları

gibi hepiniz müşriklerle savaşmalısınız ayetini de vurgulayarak halkı

savaşa psikolojik yönden hazırlamıştır. İlahiya| öğrencilerine yaptığı

bir başka konuşma da yukarıda anlatılanları doğrular mahiyettedir.

Öğrencilere hitaben Humeyni, Kendinizi öldürülmeye, hapsedilmeye ve

mecburi askerliğe hazırlayın. Dövülmeye, işkence görmeye, hakaretlere

uğramaya kendinizi hazırlayın. İslamı ve bağımsızlığı savunma uğrunda

zorluklara katlanmaya hazırlanın. Güçlü ve metin olun. Allah'ın kendilerinin

hakimi olduğunu beyan edenler metin olurlar. Allah onların üzerlerine

meleklerini indirir. Onların korkacakları, kaygılanacakları bir şey yoktur.

diyerek gençliği yeni başlayan bir mücadeleye zihnen hazırlamaktadır.

Bu sözlerle şartlanan kitlelerin Allah adına iş yaptıkları inancı ile

devlet güçlerine gösterecekleri tepki, elbette çatışmayı teşvik edici olacaktı.

Oldu da. Sonuçta rejim, halkı ezen, öldüren, tutuklayan, işkence eden ve

en önemlisi Allah'ın yolu önüne set çeken bir düşmanla eş değer hale gelmiş,

halkın gördüğü eziyet, halk hareketine duyulan sempatiyi ve katılımı

artırmıştır.

Din devrimi, hiç de halkın içinden fışkıran, kendiliğinden oluşan bi

hareket olmamıştır. Bu konudaki çalışmalar, adım adım bu devrimi

hazırlamıştır. Devrimi yaratan ana fikir, Kuran ve dinin bir tehditle

karşı karşıya olmasıdır. Böyle bir durumda müslümanların Şah'a bağlılık

göstermeleri ya da en azından takiyye yaparak canlarını korumaları,

hareketin hızını kesmektedir. Bu nedenle Humeyni, içinde bulunulan

şartlarda takiyye yapmayı haram ilan ederek, müslümanları Şah ile açıkça

mücadeleye davet etmiştir. Şah'a bağlılık felaket demektir. İslam'a

hakaret, müslümanların haklarına tecavüz ve ilim ve öğretim kurumlarına

saldırı demektir. Şah'a bağlılık demek, İslam vücuduna ve Kuran'a darbe

indirmek, İslam'ın sembollerini yakmak demektir... Şah'a itaat demek İslam

yasalarının hiçe sayılması, Yüce Kuran'ın yasalarının değiştirilmesi

demektir. Şah'ı sevmek demek din adamlarına zulmedilmesi ve peygamberliğin

bütün işaretlerinin yok edilmesi demektir. İslamın ilkeleri tehlike

içindedir.(age,s.80-81) diyen Humeyni artık kutsal dinle şeytani Şah yönetimi arasında

halkı bir tercihe zorlamaktadır.

Humeyni'nin halkı adım adım devrime götüren faaliyetleri sürerken

Şah, Ak Devrim'i yürürlüğe sokmuş, halkın iktidara karşı ayaklanmasındaki

ekonomik sebepleri ortadan kaldıracağı yolundaki taahhüdü ile derebeylik

sistemine son vererek, işçilere fabrikalardan hisse verdiğini, toprak

reformunun yapılmaya başlandığını, seçim reformları yasasının yürürlüğe

konulduğunu duyurmuştu. Ancak bu reformlarda geç kalınmıştı. Hareket

artık sadece gelir adaletsizliğinden değil, dinin yok edilme kaygısından

güç alır hale gelmişti: Kaldı ki Şah'ın Ak Devrimini karartan başka

basiretsizliklere imza atması, İran'ı en hassas dönemde derinden etkilemişti.

1967 de yapılan son Anayasa değişikliği ile Şahbanu ve Veliahd Prense

Anayasa içinde uygun bir yer aranmış, Veliahd Prensin 20 yaşına gelince

devlet işlerinin başına geçmesi, Şah öldüğünde 20 yaşına gelmemişse ve Şah

bir naib tayin etmemişse, bu görevi Şahbanu'nun devralması kararlaştırılmıştı.

Böylece Veliahd'a ve Şahbanu'ya da taç giydirilmesi kararı alınmaktaydı.

Taç giyme töreni, bütün dünyada geniş yankılar uyandırmıştı. Halkın

sefaletine karşı sergilenen ihtişam ve sefahat, yöneticilerin akıl

almaz duyarsızlıklarının bir göstergesi olmuştur. 13 Ekim 1967 de başlayan

törene Yunan Kralı, Etopya İmparatoru, İngiliz Hanedanı, Körfez Emirleri,

Mareşal Tito, Çin temsilcileri ve daha pekçok devlet reisi katılırken,

merasimlerin yapılacağı sahanın 100 km. yarı çapındaki alanda yaşayan

halkın evleri boşaltılmış, Tahran'daki tüm okul ve üniversiteler

kapatılmıştır. Kutlamalar için harcanan para, 300 milyon dolardır.(age; 202)

İran İslam Devriminin oluşumunda bu ve benzeri uygulamaların katkıları

ihmal edilemez. Ancak Devrimin en büyük gücünü oluşturan iki kurum vardır.

Bunlar camiler ve eğitim kurumlarıdır. Rejimin din adamları üstündeki

baskısı arttıkça, camiler ve din eğitimi veren okullar rejime karşı

sürdürülen savaşın açık üsleri haline gelmiştir. Üniversite ve diğer

yüksek öğrenim kurumlarında İslam Birlikleri ve İslami Eğitim Merkezleri

kurulmuştur. Bu kurumlar aracılığıyla süren eğitim faaliyetlerinde

dersler, hükümete ve mevcut rejime karşı mücadeleyi amaçlamaktaydı. İslamın

mesajını ülkenin genç insanlarına iletmek için büyük bir seferberlik

başlatılmıştı. İslami hareketin önde gelenleri yalnızca okulların bilinen

sınıf düzenini kullanmıyor, aynı zamanda camileri de donatıp, onlara

ihtişam kazandırıyor, talebeleri daima güçlü ve kararlı tutmak için gayret

gösteriyorlardı. Ayrıca halk arasında sürekli toplantılar düzenliyorlardı.

Bu dönemde Humeyni'nin çizgisinde ilerleyen pekçok ulema ve mücadeleci(age; s.262)

müslüman uzun süreli hapiste cezalandırılmıştı. Bunların hapiste uğradıkları

işkenceri bilmeyen yoktu. Bütün bunların sonucunda halk rejimin insafsız

yüzünü görerek, harekete daha da yaklaşıyordu.

İran Devrimi yaklaşık 18 yıl süren bir sürecin ürünü olmuştur. Ancak

devrime son noktanın konulmasında, ordunun harekete katılımı büyük önem

taşımaktadır. Zira 500 bin kişilik, iyi bir donanımlı İran ordusu ile

50 bin kişilik Savak Askeri gücü karşısında hiçbir halk hareketinin ayakta

kalması mümkün değildi. Ordu, bu hareketi ne pahasına olursa olsun

bastırmakta kararlılık göstermiş olsaydı, bugün İran Devriminden söz etmek

mümkün olmayacaktı. Bu nedenle Humeyni'nin bir biçimde orduyu yanına alması

gerekiyordu. Bunun ilk adımını ise halkı, ordu ile yakınlaştırmak

ve aslında halkın ta kendisi olan askeri, harekete katmaktı. Bu

nedenle Devrimin başında, halk-ordu çatışmasını teşvik ederek, devrim

lehine kullandığı orduyu, devrimin sonunda ikinci kez kullanmıştır. İkinci

kez kullanımı ise ilkinin tamamen tersi yönde olup, halkla bütünleştirici

mahiyettedir.

Humeyni, 9 Eylül 1978 deki hitabında orduya şu mesajı gönderiyordu:

İran'ın vatansever Silahlı Kuvvetleri, siz de gördünüz ki, halk

size dostça davranıp sizi çiçeklere boğmuştur. Biliyorsunuz ki rejim

haydutları kendi zalim hakimiyetlerini sürdürebilmek için kardeş kanına

elinizi bulayarak sizi alet ettiler. Silahlı Kuvvetler de Şah'dan ayrılarak,

halkın yanında düşmana karşı birleşen kardeşlerinize katılınız. Ayağa

kalkınız ve ülkenizin mahvolmasına seyirci kalmayınız. Kardeş ve bacılarınızı

kana boyamalarına izin vermeyiniz. Adınızı bir an önce tarihin sayfalarına

yazdırınız. Baskı ve hıyaneti köklerinden çıkarıp atınız.(age;s. 355) Bundan yaklaşık

dört ay sonra Şah ülkeyi terketti. Onun ayrılışı ile birlikte, ordunun

harekete olan gizli desteği daha açık biçimde ifade edilir hale geldi,

önce Hava Kuvvetleri daha sonra da Silahlı Kuvvetler Devrimi desteklemeye

başladı. Kuvvet komutanlarının asker ve subaylar üzerindeki kontrolü

kaybettikleri, halkla dayanışma içine girdikleri artık açıkça görülmekteydi.

Humeyni'nin İran'a dönüşünden sonra Hava Kuvvetlerinden bir kısım subay,

Humeyni'yi ziyaret etmiş, Muhafız Kuvvetlerinin halkla çalışması sırasında

da halka silah ve cephane dağıtarak Muhafız kuvvetleriyle çatışmaya

girmişlerdi. Artık İran Devrimi, karşısındaki en büyük güç olan Orduyu da

yanına almıştı. Böylece yıllar süren kanlı mücadele İran'da Humeyni iktidarı

ile sonuçlanıyordu.

İran Devriminin önemini sadece İran'daki değişimle sınırlı tutmak

mümkün değildir. Çünkü bu hareket, İslam Alemi için adeta bir yeniden

doğuş hareketi olarak mütalaa edilmekte ve diğer İslam ülkeleri

açısından da bir model oluşturmaktadır. Devrim ve Din sözcüklerini bir

araya getiren ve yeni bir mücadelenin kapısını açan bir hareket olarak,

tüm İslam ülkelerini etkilemeye devam etmektedir.

Bu etkileyişde, İran'ın devrim ihracı modelinin de hatırı sayılır bir

önemi bulunmaktadır. İran'ın devrim ihracı modelini benimsemesinin çeşitli

sebepleri vardır. Ancak bu sebeplerin başında, İslamın evrensel niteliği

gelir. İslam, belli bir kavim ve topluluğa gelmiş bir din değildir. Tüm

insanlığa hitap etmekte ve bütün dünyayı İslamlaştırma amacı taşımaktadır.

Bu nedenle devrim ihracı, İslam kültürünün yayılmasını ve İslami

bağımsızlığın gerçekleşmesini ifade eder. İslamın hakimiyeti,

İslami dayanışma kuralları olmaksızın gerçekleşemeyecektir. Bu da bir devrim

olmadan mümkün değildir. Devrim, İslam ile Allah yolunda doğru bir

yönelime girmektir.(Faik Bulut; İslamcı Örgütler, İstanbul,

l993, s.479.)

İran Devriminin, İran'la sınırlı kalmayacağı, İran Anayasasının 154.

maddesinde de şu şekilde ifade edilmektedir. İran İslam Cumhuriyeti,

beşeri toplumların tümünde, insan mutluluğunu kendi gayesi bilir.

Binanaleyh, diğer milletlerin iç işlerine her türlü müdahaleden kaçınmakla

beraber, mazlumların zalimlere karşı haklı mücadelelerini, dünyanın

neresinde olursa olsun himaye eder. Bu maddeye göre, mazlum ve

zalimi takdir etmek ve mücadelenin haklılığı konusunda hüküm vermek yetkisi

İran İslam Cumhuriyetine bırakılmış ve bu çerçevede diğer ülkelerin iç

işlerine karışılabileceği açıkça ortaya konulmuştur. Nitekim Humeyni'nin

Necefte verdiği derslerde söylediği şu sözler de devrim ihracı

modelini teyid eder niteliktedir. Siz İslam'ı, İslami devletin programını

tanıtınız. Dünyanın bilgisine sununuz ki, İslam ülkelerinin sultan ve

başkanları da belki duyar, gerçeği kavrar ve uyar. İslam'a tabi olup,

güvenilir kişi olanları da makamlarında bırakır, ellerinden almayız.(Önder

Güngör; Siyasal İslamda Bölünmeler, İstanbul, 1997, s.113)

Devrim ihracında izlenecek yöntemin ne olduğu da Humeyni tarafından

ortaya konulmuştur: Tebliğ ve davet.

Tebliğ, dini yayma, kendi dinine çevirme ve propaganda yolu ile

ikna etme anlamına gelmektedir. Davet ise, İslama çağrıdır.

Bu yöntemle başlayan hareket, temelde İslamın dört esasına dayanmaktadır.

Bunların ilki, tevhid ilkesidir. Humeyni'nin düşüncesinde tevhid, İslamın

yorumlanış tarzıdır. Allah'ın otoritesini kabul eden, fakat dünyevi otorite

ile mücadele etmeyen bir din anlayışı, Humeyni'nin kabul edebileceği bir

anlayış değildir. Bu nedenle İslamiyetin tevhid, yani birlik ilkesi hayata

geçirilerek, amaçları müslümanları ezmek olan her türlü yönetim ile mücadele

etmek gereklidir. Tevhid, Müslümanların birleşmesi ve güçlenmesini

beraberinde getirecektir.

İkinci ilke, cihad ilkesidir. Mücadelenin yolu, devrimci bir

başkaldırıyı simgeleyen cihaddır. Gerek kitleler, gerek din alimleri

siyaset sahnesinde aktif bir rol almak zorundadır. Ancak kitlelerin

siyasette seslerini duyurabilmesi, din adamlarının bilinçlendirme

görevlerini yapmaları ile mümkün olacaktır. Başka bir deyişle müslüman,

doğuştan itibaren devrimci yetişmek zorundadır.

Üçüncü ilke, ümmet boyutudur. İslam ümmetinin birliği esastır. Aksi

halde devrimin gerçekleşmesi mümkün olamaz. Dünyanın hangi köşesinde

olursa olsun, müslümanlar dayanışma içinde olmalıdırlar. İslam ümmetçiliği,

tevhid ve cihad boyutlarını bir arada yürütüp ayrılıkları ortadan

kaldırmak anlamına gelir.

Dördüncü ilke ise musta'zafın boyutudur. İslam aleminde halk yoksuldur.

Egemen sınıfların baskısı ve sömürüsü altındadır. Politik baskı ve

ekonomik sömürü çok boyutludur. O halde ezilenlere karşı özel ilgi

gösterilmelidir.(Faik Bulut; age, s.481-482)

Humeyni'nin devrim ihraç modelini uygulamaya sokacak bir teşkilatlanmayı

da başlattığı bilinmektedir. Burada açıkça görülen, İran İslam

devriminin, bir son değil, İslam alemi için bir başlangıç olarak

kabul edildiği ve devrim fikirlerinin tüm müslüman ülkelere ihraç edilme

yolundaki gayretlerin aralıksız sürdüğüdür.

Dinin dünya siyasetinde üstlendiği bu devrimci misyon, dine bakışı da

tüm dünyada önemli biçimde etkilemiştir.

Din ve devrim sözcüklerini bir başka biçimde de olsa dünyanın gündemine

sokan ikinci ülke ise Cezayir olmuştur.

İslamcı hareket, uzun yıllar bir Fransız sömürgesi olan bu ülkede,

Hıristiyan Batı kültürüne karşı gelişen Arap-İslam kültürüne sahip çıkılması

ve kimlik mücadelesi şeklinde başlamıştır. Ancak uzun yıllar boyunca hemen

bütün siyasetçiler, aydınlar ve din adamları çifte kültüre sahip

olarak yaşamış, hiçbir silahlı ayaklanma görülmemiştir. Zaman içinde

İslami söylemi daha çok kullanan bir aydınlar grubunun ortaya çıkması ile

islahatcı İslamcılar, 1931'de Müslüman Alimler Cemiyetini kurmuşlardır. Bu

ekip, gelenekçi ve kır kökenli İslamcılarla sert mücadelelere

girmiştir.

1954 de Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN)'nin kurulmasıyla daha da

güçlenen İslami hareket, cihad kavramında ısrarlı olmaya başlamış ve

nihayet Cezayir Anayasasına Bu ülkenin resmi dini İslamdır. Tüm kanunlar,

kaynağını İslam şeriatından alır. ibaresi konulmuştur. Kültürel devrim

adı altında başlatılan bu dini yapılanma sürecinde camiler, eğitim kurumları

ve vakıflar İslamcıların denetimine girmiş, devletin en üst makamlarında

kadrolaşma faaliyetleri sürdürülmüş ve dini eğitim devletçe teşvik edilmiştir.

Bu dönemde ülkedeki ekonomik, toplumsal ve siyasal başarısızlıklar da

İslamcı düşüncenin gelişimine katkıda bulunmuştur. 1980'lerde üniversite

gençliği ve esnaf arasında çok yaygınlaşan İslamcı düşünce, 1988 de patlama

noktasına gelerek, siyaset sahnesine tüm gücü ile girmiştir.

İslamcı gelişmenin bu döneme kadar geliştirdiği karakter incelendiğinde,

Cezayir bağımsızlık hareketi döneminde İslamcı ulemanın yaptığı iki

hatadan söz edilir. Bunların ilki, siyasi özerkliğini bir dönem

FLN'ye kaptırması, ikincisi ise, birinci hatanın sonucu olarak İslami

ideoloji ile bağdaşmayan, ulus devlet projesinde FLN'ye destek olmasıdır.

Daha sonraki dönemde ise İslamcılar örgütlenerek, sokak hareketlerini

başlatmışlar ve hareket kitlesel bir özellik kazanmıştır. (Faik Bulut; age, s.32-33)

Halkın yönetime karşı ayaklanması ile tek partili yönetimden çok partili

hayata geçilmiş ve Cezayir Anayasasının 243. maddesi din ve dil esasına

dayalı herhangi bir partinin kurulmasını yasakladığı halde, 1989 da İslami

Selamet Cephesi (FIS) kurulmuştur.

Aslında İslamcıların mevcut düzenle ilgili sorgulamaları iki ana

noktada toplanmaktaydı. Bunların birincisi, ulus devlet projesine karşı

geliştirilen ümmet projesiydi. Bir yandan bağımsızlık hareketi ile Arap

milliyetçiliği canlandırılmaya çalışılırken, diğer yandan Arap-İslam

sentezi içinde ümmetçilik cereyanları, Cezayir için zorlukların başında

geliyordu. İkinci olarak sorgulanan, rejimin Anayasa ile teminata alınan

İslamcı yapısı idi. Anayasada devletin resmi dininin İslam olduğu ve

yasaların şeriata ters düşmeyecek biçimde yapılması kabul ediliyor, diğer

yandan yasama ve yürütme erki, bundan bağımsız yapılanıyordu. Bu konuda

İslamcılar şunu soruyordu. Yargı erki şeriata uygun olunca, yasama ve

yürütmenin yargıdan bağımsız kılınması nasıl mümkün olabilir? Böyle bir

düzene şeriat düzeni denilebilir mi? Gerçekten de bu garip bir durumdu.

Bu nedenle devletin güdümünde olan dini, devlet mekanizmasından

ayırıp, bağımsız bir İslami hareketin doğuşunu gerçekleştirmek

gerekiyordu. Bu amaçla resmi olanların yanında resmi olmayan yüzlerce cami,

medrese ve binlerce Kuran kursu açıldı. Okullarda mescid kampanyaları

başlatıldı. İslamın tebliğ hükmü uyarınca İslama uymayanları uyarmak,

olmazsa zor kullanıp yola getirmek için faaliyetler başaltıldı.

Çok sayıda eğlence yeri basılıp, kapatıldı. Modern giyinen kadınların

örtünmeleri sağlandı.(age, s.34) Erkeklere birden fazla kadınla evlenme hakkı

verildi. Boşanma şeriata uygun biçime getirilerek, mirasta erkeklerin

kadınların iki katı pay alacakları hükme bağlandı. FLN iktidarı,

giderek daha dini bir kisveye bürünürken, ülkede güçlenen dini muhalefet

gruplarını yanına çekmeyi amaçlıyordu. 1989-1991 arasında başbakanlık

yapmış olan FLN lideri Mevdut Hamruş, erkeklerin eş ya da eşleri namına oy

vermesine izin veren yasayı onaylayarak, belediye toplantılarının camilerde

yapılmasına izin vererek (Halide Mesudi; Cezayir'de Kadın Olmak, İstanbul,

1996, s.110) siyasi yatırımlarını sürdürüyordu.

İslami fikirler kısa sürede üniversite gençliği arasında yaygınlaştı.

Klasik dini cemaatler, gençlerin katılımı ile gençleştikçe siyasi

örgütlere dönüştüler. Cemaatler, camileri sokağa dökerken, kullanılan

sloganlar daha çok halkın maddi talepleri ile ilgiliydi. 1984-88 arasındaki

pekçok ayaklanma ekmek ayaklanması diye adlandırılan türdendi. Ancak bu

ayaklanmalar, ordu tarafından bastırılmış, asker halka kurşun sıkmış ve

çok sayıda insan ölmüştür. Tek partili dönemde İslamcıları sosyalist ve

komünist muhaliflere karşı kullanmak amacıyla yasaklanan İslami akımların

serbestçe örgütlenmelerine izin verilmiş olması, İslamcıların sokağa

dökülmelerini kolaylaştırıyordu.

Cezayir'de çok sayıda eylemci silahlı örgüt mevcuttu. FIS'in içinde

ise birbirinden farklı yedi İslami akımın temsilcileri bulunmaktaydı.

FIS, 1991 yerel seçimlerinde ezici bir çoğunlukla seçimleri aldı.

1991 sonunda yapılan genel seçimlerin birinci turuna kayıtlı seçmenlerin

yüzde 24,79'u katıldı. FIS, geçerli oyların yüzde 42'sini alarak birinci turu

kazandı.

FIS sözcüsü, ikinci tur öncesi sürdürülen seçim kampanyasında, kendilerine,

oy vermeyenlerin ülkeyi terk etmeleri yönünde demeçler verdi.

Ancak ikinci tur seçime geçilmeden, 11 Ocak 1992 de ordu bir darbe yaparak

duruma el koydu. (Halide Mesudi; age, s.134) Bin Cedid istifaya zorlandı. Millet Meclisi

dağıtıldı. Seçimlerin ikinci turu iptal edildi. Eski sosyalist lider Muhammed

Budiyaf 25 yıllık sürgünden getirilerek devlet başkanı yapıldı. Ancak 29

Haziran 1992 de Annaba kentinde, televizyon kameraları önünde bir konuşma

yaparken öldürüldü.

Ordunun müdahalesi Cezayir'de sorunları çözemedi. FIS'in 1991 yılında

seçim yasası ile ilgili iki kanun taslağının meclise sunulması

sırasında başlattığı sivil isyan, ordunun müdahalesinden sonra da devam

etti. FIS başkanının İslamcı belediye başkanlarına verdiği gerilimi tırmandırmada

talimatları, İslami terörün sürdürülmesinde etkili oldu.

Böylece Cezayirde hala devam eden iç savaş can almayı sürdürüyor.

İran örneğinden farklı olarak Cezayir'de ordu, İslamcılara karşı olan

katı tutumunu sürdürmektedir: İslamcıların orduya sızamayacağı yolundaki

kesin kanıya karşılık, NewYork Times'in yorumcusuna göre, ordudan

firar edip, İslamcı gerillalara katılanların sayısı her geçen gün

artmaktadır.(Faik Bulut; age, s. 54) Sonuçta Cezayir olayında perde henüz

kapanmamıştır.

Ancak her iki ülkede yaşanan İslamcı hareketin temelde benzer motifler

taşıdığı ortadadır. Her iki harekette de ülkenin ekonomik şartlarındaki

istikrarsızlıklar, gelir dağılımındaki bozukluklar etkili olmuştur.

Halkın memnuniyetsizliği, dini ideolojiye çekilmesini kolaylaştırmıştır.

Her iki ülkede de halk hareketini durdurmaya yönelik üslup, acımasız,

sert ve kan dökücüdür. Bu üslup aslında devrim önderlerinin amaçlarına

hizmet eden ve halkı devrimcilerle birleştiren bir sonuca ulaşılmasında

yardımcı olmaktadır.

Her iki ülkede de İslamcıların izlediği yöntem aynıdır. Siyasal İslam

önce din adamları, Ulema aracılığı ile yapılanmaya başlamıştır. Halkın

Siyasal İslama yönelişinde, dini duyguların uyandırılmasında din

adamlarının ve din bilginlerinin büyük rolü olmuştur. Dini ve Allah

inancını mevcut rejime alternatif olarak sunmanın halk üzerindeki etkisi

tartışılmaz biçimde ortadadır.

Yine her iki ülkede de iki kurumun Siyasal İslamcıların etkileri attına

girmesi, hareketin can damarını oluşturmuştur. Bunlar eğitim kurumları

ve din kurumlandır. Eğitim kurumları içinde din eğitimi veren

okullar ve üniversiteler en önemli fonksiyonu görmüşlerdir. Üniversite

gençliğinin Siyasal İslama yönlendirilmesi, siyasal örgütlenmenin

hızlanmasında büyük rol oynamıştır. Dini fikirlerin üniversite gençliği

arasında yayılması ile dini cemiyetler, siyasal örgütler şekline dönüşerek,

siyasi hareketlere önderlik etmeye başlamışlardır. Dini kurumlar içinde

camiler, hareketin halka ulaşması ve halkın sokağa dökülmesinde kilit

kurumlar olarak görev yapmışlardır. Ancak siyasi cemiyetlerin, cami

cemaatlerini harekete geçirmede büyük rol oynadığı da açıktır. Bu alandaki

yapılanmayı kısaca formüle etmek gerekirse, cemiyet + cemaat = halk hareketi

olarak özetlenebilir. Dini vakıfların faaliyetleri de gerek üniversite

gençliğine gerek halka maddi ve bilimsel destek bakımından büyük önem

taşımıştır.

Her iki harekette de silahlı eylem gruplarından yararlanılmıştır. İran

Devrimi, Filistinde eğitim gören militanları kullanırken, Cezayir halk

hareketinde İslam Bekçileri, Cezayirli Afgan Grubu, El Tekfir ve'l Hicra

ve Cezere Akımı gibi örgütlerden yararlanılmıştır.

Her iki ülkede de ordu, büyük önem taşımaktadır. Ordu hareketin karşısında

olduğu sürece devrimlerin başarılı olamayacağı görülmüştür. Nitekim İran

Devrimi ordunun halkla bütünleşmesi ile sonuca ulaşabilmiş, Cezayir'de ise

ordu Siyasal İslam'a geçit vermediği için hareket sonuca ulaşamamıştır.

2

Siyasal İslam ve Demokrasi

Türkiye'de Siyasal İslamın Yükselişi

Türkiye, cumhuriyetten bu yana laik bir müslüman ülke olarak yaşamıştır.

Dinin inanç ve ibadetle sınırlı olarak kabul edildiği ve dinle devlet

işlerinin birbirinden ayrıldığı bu uygulamadan, Siyasal İslama kayışında

rol oynayan sebepler üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.

Siyasal İslamın yükselişini toplumun tabanından gelen bir baskı olarak

kabul etmek mümkün değildir. Bugün dahi bu hareketin tabanla bütünleşmiş

olduğu iddia edilemez.

Siyasal İslamın yükselişinde Türkiye'de uzun yılların planlı birikimi

ile oluşan din eliti'nin büyük bir önemi vardır. Esasen laiklik ve İslam

konusunda süregelen tartışmaların da muhatabı bunlardır. Din elitinin

özellikle son on yılda ortaya çıkışı, Türkiye'de dinin doğal akışı dışına

çıkarak yeniden yükselen bir değer olmasına yol açmıştır.

Hemen tüm toplumlarda sanayileşme sürecinin hız kazanması ile dine

olan bağımlılık azalmaktadır. Tarım toplumlarının doğa ile iç içe

sürdürdükleri yaşam mücadelesinde, inançtan güç alarak yaşanılan zorluklara

göğüs germek yaygın bir davranış biçimidir. Tarım toplumunun örgütlü

bir yapıya sahip olmayışı, bireyi yaşamın zorlukları ile tek başına

mücadeleye mahkum bırakırken, manevi bir güce sığınma ihtiyacını da

artırmaktadır. Yağmuru, bereketi Tanrı'dan beklemek, doğal afetlere karşı

O'na yakarmak ve bunları yaparken de dinin emrettiği ibadet

kurallarına uymak, yaşam koşullarının doğal bir sonucu ve insan doğasının

gereğidir.

Ancak sanayileşme ile birlikte doğaya olan bağımlılık azalmakta, yaşam

mücadelesinde başvurulacak merci, göklerden yere inmektedir. Sanayi

toplumunun muhatabı Tanrı değil, insan; bireye iş ve aş sağlayacak

olan işveren, doğadan bağımsız olarak çalışmaya imkan sağlayan makinelerdir.

Çalışma yaşamındaki sorunlarının çözümünde ise mesleki örgütler

ve devlet yani tamamiyle dünyevi kurumlar söz sahibi olmaktadır.

Bunun sonucunda sanayileşmenin, dinin gücünde bir zayıflamayı da

beraberinde getirmesi doğaldır.

Türkiye'de bu sürecin farklı biçimde yaşanmasında rol oynayan üç temel

faktör vardır. Bunlar; din elitinin ortaya çıkışı, demokratikleşme

sürecindeki yasal düzenlemeler ve tarikatlardır.

a. Din eliti:

Geçmişte din gücünün en önemli iki kaynağı, Ulema sınıfı ile tarikatlar

olmuştu. Ancak Atatürk, 1924 de çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile

eğitimi tek merkezde toplayarak, dini eğitimi yasaklamış, din bilginlerini

yetiştiren Süleymaniye Medresesini İ.Ü. bünyesinde oluşturulan İlahiyat

Fakültesine, daha sonra da İslami Araştırmalar Enstitüsü şekline

dönüştürmüştü. Dini eğitimin diğer bir kolu olan Kuran Kursları ise

devletin resmi bir organı olan Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmıştı.

Böylece dini eğitim, devletin resmi ideolojisi tarafından güdülenen ve

kontrol altında tutulan bir özelliğe bürünmüştür.

Dinin ikinci büyük güç kaynağını teşkil eden ve ulemanın yetişmesi

açısından da önem taşıyan tarikatlar ise 2 Eylül 1925 de türbe, tekke ve

zaviyelerin kapatılması ile önemli bir darbe yemişlerdir. Bu uygulamalar,

İslamın siyasi vechesini de içeren dini eğitimi kontrole alırken,

ulema sınıfının oluşumunu uzunca bir süre engellemiş, bu konudaki

faaliyetleri yer altına iterek etki alanını daraltmıştır.

Türkiye'de din elitinin oluşumu ile ilgili ilk adımlar çok partili

yaşama geçişle birlikte başlamış ve özellikle 1. ve 2. MC Hükümetleri

döneminde hız kazanmıştır. Din elitinin oluşumu açısından büyük önem taşıyan

İmam Hatip Liselerinin sayılarında meydana gelen büyük artışlar söz konusu

kurumların mesleki eğitimden öte amaçlarla açılmakta olduğunu şüphe götürmez

bir gerçek olarak ortaya koymaktadır. Bu okulların 1960 yılında sayılan

19 iken, bu sayı 1970'de 72'ye, 1980'de 374'e, 1990'da 384'e ve 1995'de

560'a ve 1997'de 601'e ulaşmıştır. Okul sayılarındaki en büyük artışların

MSP'nin koalisyon ortağı bulunduğu dönemlere denk gelmesi ise, tesadüf

olarak açıklanamaz. 1975-76 da yani, 1. MC iktidarında 144 İmam Hatip Lisesi;

2. MC 'nin iktidarda olduğu 1977-78 döneminde ise 86 İmam Hatip Lisesi

eğitime başlamıştır. 1971- 1994 arasında İmam Hatip Orta Okullarından mezun

olan öğrenci sayısı 600 bin, Liselerinden mezun olan ise 300 bin

dolaylarındadır. 1994 sonu itibariyle mesleki-teknik orta okullarda okuyan

toplam öğrencilerin yüzde 85,2'si, mesleki-teknik orta ögrenimin ise yüzde

40'ı İmam Hatip okullarında eğitim görmektedir. Toplam orta öğretim içinde

yaklaşık yüzde 10'luk bir paya ulaşan bu eğitim modeli, mesleki amaçlı

olmanın çok ötesine geçmiş bulunmaktadır. Zira söz konusu okullardan mezun

olanların özellikle kamu yönetimi, hukuk, siyasal bilgiler, uluslararası

ilişkiler gibi devlet içinde örgütlenmeye yatkın alanlarda yüksek öğretime

devam ettikleri, YÖK istatistiklerinden anlaşılmaktadır. Bu nedenle, mesleki

eğitim kisvesini kullanıp, Tevhid-i Tedrisat Yasasını delerek alternatif bir

orta öğretim kurumu biçiminde faaliyet gösteren İmam Hatip Liselerinin din

elitinin oluşumunda önemli bir rol üstlendikleri son derece açıktır. Bunun

daha somut bir kanıtı ise siyaset sahnesinde RP kanadında yer alan pekçok

ünlü ismin, Hasan Hüseyin Ceylan, Şevki Yılmaz, Tayyip Erdoğan gibi, İmam

Hatip Lisesi mezunu olmalarıdır.

Din elitinin diğer bir faaliyet alanını da son yıllarda sayıları giderek

artan dini amaçlı vakıflar oluşturmaktadır. Vakıflar, din-siyaset ilişkileri

bakımından uygun bir ortam yaratmanın yanısıra, ilmi faaliyetleri ve yayınları

ve yoksul kitlelere götürdükleri hizmetlerle de Siyasal İslamın gücüne

katkıda bulunulmaktadır.

Din elitinin oluşumunda ileride anlatılacak olan tarikatların ve

özellikle de tarikat-siyaset ilişkisinin de pay sahibi olduğu inkar

edilemez. Ancak din elitinin oluşumu kadar önemli olan bir diğer husus, bu

kitlenin Siyasal İslam Hareketini oluşturmadaki faaliyetleridir. Seslerini

geniş kitlelere duyurmakta kazandıkları başarının demokratikleşme süreci

ile bağlantılı olduğu açıkça görülmektedir.

Ancak içinde yaşamakta olduğumuz dönemde, yasalardaki zenlemeler, din

eğitimi konusunda atılan adımlar ve tarikatların faaliyetlerine karşı

siyasi partilerin tavrı, yeni bir dini elitin oluşumuna ve ortaya

çıkışına elverişli bir ortam hazırlamıştır.

b. Demokratikleşme ve Yasal Düzenlemeler:

Türkiye'nin laik düzene geçişinde rol oynayan en önemli ikinci etken,

hukuksal düzenlemelerle din devletinin kapılarının kapanması

olmuştu. Atatürk 1922 de saltanatı, 1924 de de hilafeti lağvederken,

halife-sultan statüsüne de son veriyor, sultanın kişiliğinde bütünleşen

halifelik olgusunu da ortadan kaldırıyordu. Bu uygulama İslam dünyasından

Batı dünyasına doğru atılan ilk adımdı. Ancak İslami devletten, hukuk

devletine uzanan yolda bu yeterli değildi. Bu nedenle reformların hukuk

alanında devam etmesi gerekiyordu. 1924 de dini mahkemelerin kaldırılması,

l926 da Yeni Ceza Kanununun kabulü ve yine aynı yıl İsviçre Medeni

Kanununun kabulü İslam hukukundan, laik hukuka geçişin en önemli adımları

olmuştur. 1928 de laikliğin anayasada yer almasına ilişkin kanun teklifi

yapılmış, 1222 sayılı kanunla anayasadan dine ait maddeler çıkarılmış ve

laiklik ilkesi 1937 de anayasaya girmiştir. Ayrıca yasalarda yapılan

çeşitli düzenlemelerle de Siyasal İslami hareketler engellenmiştir.

Ancak 1980 sonrası dönemde, demokratikleşmede atılan adımların

özellikle din açısından daha liberal yaklaşımlar taşıdığı kabul edilebilir.

Türkiye'nin yasa dışı örgütlerle sürdürdüğü mücadelede ise özellikle

12 Eylülü izleyen dönemde tek taraflı bir tutum izlenmiş, hatta

milletin birlik ve bütünlüğünü koruyucu bir unsur telakki edildiğinden,

dini teşkilatlanmalar üzerine pek fazla gidilmeden mücadele yasa dışı sol

örgütlerde odaklaştırılmıştır. Kenan Evren'in pekçok konuşmasını Kuran'dan

ayetlerle süslemesi, ordunun laiklik konusundaki geleneksel tavrı ile pek

de uyuşmayan bir tavır olarak kabul edilmelidir. Bu tavrın Siyasal İslami

Harekete daha rahat bir oyun alanı yarattığına kuşku yoktur.

Demokratikleşme yolunda atılmaya çalışılan bir diğer adım ise Türk

Ceza Kanununun 163. 241. ve 242. maddelerinin değiştirilmesi

yolundadır. Nitekim Yıkıcı Gericilik Faaliyetleri ile ilgili 163. madde

1991 yılında yürürlükten kaldırılmıştır. Din Hizmetlilerinin kamu düzeninin

bozmaları ile ilgili 241. madde ile din hizmetlilerinin sıfatlarını

kötüye kullanmalarına ait 242. madde de değiştirilmek istenmektedir. 241.

İmam, hatip, vaiz, rahip, haham gibi dini reislerden biri

vazifesini ifa sırasında alenen Hükumet idaresini ve Devlet Kanunlarını

ve Hükumet icraatını takbih ve tezyif ederse ceza alabilmektedir.

242. maddede ise 241. maddede sözü edilen kişilerin, sıfatlarından

yararlanarak halkı kanunlara yahut Hükumet emirlerini icraya veya

memuru görevini yapmaya karşı itaatsizliğe teşvik etmesi; kanunlara veya

kanuna göre kazanılmış olan haklara muhalif iş ve sözlerde bulunmaya

icbar ve ikna etmesi halinde cezalandırılacaklarını belirtmektedir.

Bu iki madde de din görevlilerinin, dini ve kendi dini hüviyetlerini

kullanarak devlet işlerine müdahalede bulunmalarını önlemek bakımından büyük

önem taşımaktadır. Dolayısıyla laik devlet olgusunun yasal bir teminatıdır.

Bu maddelerin demokratikleşme ve özgürlükler ileri sürülerek kaldırılmasına

ilişkin tartışmalar, dinin siyasal fonksiyonunu daha rahat ifa etmesine

imkan hazırlayacaktır.

Ancak yukarıdaki yasal değişiklik gayretlerinden daha da önemli olan

girişim, Anayasanın, laikliği tanımlayan 24. maddesinin son fıkrasının,

Anayasa değişikliği sırasında gündeme getirilmesi ile ilgili yoğun

gayretlerdir. 24. maddenin son paragrafı Kimse, Devletin sosyal,

ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına

dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her

ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal

sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. şeklindedir. Bu

paragraf, laikliğin tanımını yapan ve dine dayalı devlet düzenine kapıları

kapayan son derece önemli hükümler ifade etmektedir. Bu paragrafın

değiştirilmesi yolundaki gayretler, dine dayalı devlet kurma yolunda

beslenen gizli emellerin varlığını açıkça ortaya koymaktadır.

Halkın iradesi ile iktidar olanların, yasama gücünü kullanarak,

demokrasiye kapalı olan din devletini hayata geçirmek yolundaki

gayretleri, Türkiye'yi demokratik sistemin kuralları ile Siyasal İslami

hareket arasına sıkıştırmış durumdadır.

c. Tarikatlar:

Siyasal İslamın hız kazanınasında rol oynayan diğer bir etmen de

tarikatlardır. Tarikatların siyasi partiler içindeki desteği, Türk

siyasal yaşamının inkar edilemez bir boyutunu oluşturmaktadır. Atatürk

döneminde, 1925 yılında kapatılmalarına rağmen faaliyetlerini gizliden

gizliye sürdüren ve dini cemaat adını benimseyerek kendilerine yasal bir

serbestiyet alanı yaratan tarikatlar, özellikle 2. Dünya Savaşından sonra,

daha açık biçimde kendilerini göstermeye başlamışlar ve İslami cemaatlerle

birlikte dini hayatın merkezini oluştumuşlardır.

l9.yy'ın sonundan itibaren Anadolu'da ağırlık kazanan iki tarikat,

faaliyetlerini içinde yaşanılan günlere kadar sürdürmüşlerdir. Bunlardan

birisi, Süleyman Hilmi Tunahan'ın (1888-1959) kurduğu, Süleymancılık;

diğeri ise Said-i Nursi'nin (1873-1960) önderliğinde kurulan

Nurculuk tarikatlarıdır.

Nakşibendi tarikatına mensup olması nedeniyle, Süleymancılığı

Nakşibendilik içinde bir kol saymak gerektiğini düşünenler olduğu gibi,

bir kol olma özelliğine sahip bulunmadığını ileri sürenler de vardır. Kuran

kurslarının Diyanetin denetiminde olmasını protesto ederek kurulan

ve başta Kuran kursları olmak üzere orta ve yüksek öğretimdeki örgütlenmeleri

ile dikkati çeken Süleymancıların, eğitim aracılığı ile Siyasal

İslami Harekete verdikleri destek açıktır. Faaliyetlerini Avrupa'ya taşıyan

ve oradaki Türk işçileri arasında büyük maddi destek ve yandaş bulan

tarikatın, Tunahan'dan sonraki lideri, Tunahan'ın damadı Kemal Kaçar'dır.

Kaçar'ın eski AP milletvekili olması, yine tarikatın önde gelen

isimlerinden Ali Ak'ın da eski AP milletvekilleri arasında yer alması

siyaset-tarikat ilişkilerinin en canlı örneğidir. 12 Eylül döneminde bir ara

MDP'ye destek veren tarikat DYP nin kuruluşu ile birlikte desteğini bu parti

yönünde kullanmış ve Özal bu oy deposunu ANAP'a çekmek için büyük çaba

harcamıştır.

Almanya'da kurdukları İslam Kültür Merkezlerinde Müslümanların

temsilciliğini üstlenmek yolundaki girişimleri Almanya'daki Müslümanlardan

vergi toplamak ve dini eğitimlerini üstlenmekle sonuçlanacak iken

orada yaşayan bir Türk sendikacısının faaliyetleri sonucu bu girişim

son anda durdurulmuştur. Bu girişimin başarıya ulaşması ve temsil

yetkisinin bir kez İslam Kültür Merkezlerine verilmesi halinde artık Diyanet

İşleri dahil hiçbir Müslüman kuruluş bu hakkı elde edemeyecekti. (Daha fazla

bilgi için Bkz. Uğur Mumcu; Rabıta, Ankara 1987, s.127-129) 20. yy

içinde Türkiye'de siyasal açıdan en fazla etkinliği olan tarikatlar ise

Nakşibendilik ve Nurculuk olmuştur. Nakşibendi Tarikatının önemli ismi

olan Mehmet Zahit Kotku (1897-l980), Siyasal İslamın liderlerinden biri

olarak kabul edilebilir. Özellikle siyasetle ilgileri bulunan

üniversite öğrencilerini tarikata çekmekte son derece başarılı olan Kotku'nun

öğrenci grubu içinde yer alanlardan biri de Necmettin Erbakan olmuştur.

Necmettin Erbakan'ın 1969 da Milli Nizam Partisini kurmasında,

Kotku'nun teşvikinin önemli rol oynadığı kabul edilmektedir. Kotku'nun

Siyasal İslami hareket üzerindeki etkileri daha sonraki yıllarda da devam

etmiş, Nakşi bir aileden gelen Turgut ve Korkut Özal'ın Kotku'nun yakın

çevresinde bulunmaları, din-siyaset ilişkisi açısından din lehine önemli

kazanımlar getirmiştir.

Saidi Nursi'nin liderliğinde gelişen Nurculuk akımı siyasal açıdan büyük

önem taşıyan bir harekettir. Kurucusunun Kürt kökenli olması sebebiyle,

cumhuriyet öncesi dönemden bu yana siyasi niteliği ağır basan bir

özellik taşır. Said-i Nursi'nin, Abdülhamit'ten Doğu Anadolu'da Kürtçe

eğitim yapacak üç lise kurmasını ve bir teknik okul açmasını talep etmiş

olması, tarikatın sosyo-politik kararlara katılma eğilimi konusunda

ilk ipuçlarını vermektedir. Düşüncelerini Risale-i nurlarda toplayan ve

Kuran'ı yorumlayarak, dinde kendi adını alacak bir yenileşme

hareketini başlatan Nursi, cumhuriyet rejimi ile keskin anlaşmazlıklara

düşmüş fakat rejime açıkça karşı çıkmaktan kaçınmıştır. Nursi, Batı ilmi ile

Kuran arasındaki paralellikleri ortaya koyan ve Kuran'ın mucizevi içeriğini

anlatan yorumları ile büyük ilgi görmüş ve İslamın yeniden canlanışı

hareketinin lideri olmuştur. Yaşamındaki bazı olayları, mucizevi ve seçilmiş

kişiliği ile bağlayarak anlatan müridleri sayesinde, efsanevi bir hüviyete

bürünmüştür. Yaşamının önemli bir bölümünü Isparta'da geçiren Said-i Nursi,

oradaki Nur öğrencilerine Isparta'dan çıkacak önemli bir kişiden bahsetmiş

fakat adını vermemiştir. 1960 da ölümünden birkaç yıl sonra, Süleyman

Demirel'in siyasete atılması ve Türk siyasal yaşamının önemli bir

şahsiyeti haline gelmesi, Nursi'nin kehanetinin gerçekleşmesi

şeklinde yorumlanarak, Nurcuların Demirel'e sempati ile yaklaşmalarına yol

açmıştır.

Demirel ise bu sempatiyi kaybetmemeye özen göstererek, Anadolu'da

Nurcular'dan büyük destek görmüştür. Said-i Nıusi'yi yeni İslam yüzyılının

müceddidi, yani müminlere hak yolunu gösteren kişisi olarak gören

Nurcular, onun ölümünden sonra bölünmüşlerse de siyasal alandaki

etkinliklerini devam ettirmeyi sürdürmüşlerdir.

Bu bölünme sonrasında ortaya çıkan Nurcu gruplardan birisi, Yeni

Asya Gazetesini yayınlayan Mehmet Kutlular liderliğindeki grup

olmuştur. Dinci-milliyetçi çizgiyi benimseyen grup, Demirel'i açıkça

desteklemiş ve zamanla siyasal sisteme entegre olmuştur. Bu uzlaşmacı tavrı

kabullenemeyen ikinci bir grup ise, Dava adlı bir dergiyi

yayınlayan Sıddık Dursun ve taraftarlarıdır. Bu grup, Yeni Asya Grubunu

mevcut düzenle uyuşabilmek için Nursi'nin risalelerini tahrif etmek ve yine

Nursi'nin Kürt kökenini gizleyerek milliyetçi kesimle uzlaşmacı bir tutum

izlemekle suçlamışlardır. Yeni Asya Grubu ise 12 Eylül Askeri Darbesinden

sonra ikiye bölünmüş; Mehmet Kırkıncı liderliğindeki grup, Kenan Evren

yönetimindeki askeri yönetime destek verirken, Mehmet Fırıncı

liderliğindekiler Said-i Nursi'nin radikal tavrına dönüş yapmışlardır.

Siyasal İslamın önde gelen isimlerinden olan Fethullah Gülen ise, önceleri

Nurcuların Yeni Asya Grubuna dahil olmuş, 1980'lerde Sıddık Dursun'dan

ayrılmış daha sonra ise Türkiye'de liberal bir İslami hareketin öncüsü

olmuştur. Gülen'in siyasetle ilişkisi, doğrudan değil, dolaylı biçimde

devam etmektedir. Fethullah Gülen'in büyük gücü, eğitim alanında geliştirdiği

model ve sunduğu hizmetle doğru orantılı bir artış göstermiştir.

Büyüyen ekonomik gücüne paralel olarak açtığı okul ve dersane sayıları

artmış, Turgut Özal ile aralarındaki büyük bağlılık, bu güç artışına olumlu

etki yapmıştır. Gülen'in İslami çevrelerde artan itibarı, Tansu Çiller'i

de Başbakanlığı döneminde (1994) onunla görüşmeye sevk etmiş, bu olay

Fethullahçı çevrelerin DYP'ne siyasal desteği olarak yorumlanmıştır.

Sahip olduğu medya kuruluşları (Zaman Gazetesi ve Samanyolu TV), diğer

eğitim kuruluşlarının yanısıra faaliyete geçen Fatih Üniversitesi ve

yakın zamanda açtığı İslami Finans Kurumu Asya, büyüyen maddi gücün en

önemli simgeleridir. Bu maddi güç, İslami faaliyetlere önemli bir

kaynak teşkil ederken, Gülen'in siyaset içindeki etkinliğini de

artırmaktadır.

Fethullah Gülen kendisini bir şeyh ya da siyasal İslami lider

olarak tanıtmamaya özen gösterdiği halde Küçük Dünyam adı ile yayınlanan

ve yaşamını anlatan ilk kitapta onunla ilgili kerametlere yer

verilmektedir.

Örneğin ilk Kabe ziyaretinde herkesi sokan sinekler onu sokmamakta,

kaldığı evi kimse bilmediği halde bir sabah uyandığında yastığının üzerinde

kendisine yazılmış ve Türkiye'den bir yakını tarafından gönderilmiş

bir mektup bulmakta, şeytanın kendini öldürmesi yolundaki telkinlerine

karşı çıkmakta, bir arkadaşının rüyası ile peygamberden mesaj alarak

evlenmemektedir. Bu ifadeler tevazu kisvesi altında gizlenen bir

yüceliğin anlatımı değil ise neden kitaplara aktarılmıştır? Fethullah

Gülen'in bu olaganüstü vasıllarını kamuoyuna yansıtarak kerametlerin

gücünden yarar sağlaması pekçok şeyhin kol gezdiği ülkemizde pek de

yadırganacak bir tutum olmasa gerek.

Fethullah Gülen'in bu hızlı yükselişi, Türkiye'de Siyasal İslamın

yegane temsilcisi olan Refah Partisini ve onun lideri Erbakan'ı

tek otorite olmaktan çıkarımış bulunmaktadır. Gülen, liberal bir İslami

yaklaşımla Türk muhafazakarlarının manevi lideri ve İkinci

cumhuriyetçilerin fikir babası konumuna gelmektedir.

Farklı tarikatlarda yetişen Erbakan ile Gülen, siyasi bakımdan da

farklı eğilimlere sahip görünmektedirler. Ancak yukarıda anlatılanlar

ışığında, Türkiye'de dini geçerliliği tartışılır olmakla birlikte, siyasi

iktidara oynayan tarikat liderlerinin ve İslami önderlerin, dinde bir yeniden

diriliş hareketini doğrudan ve dolaylı olarak yaratmaktaki katkıları açıktır.

İslami mücadelenin ülke çapında gelişip yayılmasında rolü olan kesimleri,

yine bir İslami yazar, 1989 yılında yazdığı bir makalede şöyle

anlatmaktadır: Bu çevreleri iki grupta mütalaa etmek gerekir:

Birincisi islamcı aydınlar, ikincisi de Refah'a entegre edilmemiş bazı dini

grup ve cemaatler. Ayrıca buna Refah dışında siyasal tercihleri bulunan ferd

ferd geniş dindar kesimler de eklenmelidir. Bir hareketin büyüme

istidadı taşıması, kamuoyunda böyle bir beklenti hasıl etmesi ona karşı olan

tavırları derinden etkileyecektir. Böyle bir gelişme yani büyüme imajı,

siyaseten bitaraf kişilerin katılımını hızlandıracağı gibi, ileride sağ

liberal partileri destekleyen dini kesitleri de asgariden partiye karşı

tarafsızlaştıracaktır.

Gelişen bir hareketin karşısında durmanın izahı imkansız olduğu kadar,

bunun vicdanlarda meydana getireceği baskı da giderek büyüyecektir...Bu

bakımdan Refah hareketi, Türkiye'deki İslami taban ve tavırların

bileşke iradesi biçiminde bir ekseni yakalayabilmelidir. (Ahmet

Rıdvan; İslamcı Aydınlar ve Toplumsal Sorumluluk Şuuru, İstanbul, 1995, s.75)

Bu görüşlerin ve özellikle de yaratılan büyüme imajının Refah Partisinin

yükselişinde rol oynamadığı iddia edilemez.

Türkiye'nin mevcut düzenine entegre olmuş bulunan İslamcı eğilimlerin

yanısıra, Siyasal İslamın temel amacı olan İslam Devletine demokratik

süreç içinde geçişi amaçlamayan militan İslami hareketler de mevcuttur.

Bu hareketler, şeriatı silah zoru ile gerçekleştirmeyi yöntem olarak

benimsemiş bulunmaktadırlar. İBDA-C ve Hizbullah örgütleri, bu hareketler

içinde en önde olanlardır.

İBDA-C, Büyük Federatif İslam Devleti amacına yönelik faaliyet

göstermektedir. Bu örgütün teorik altyapısının oluşumunda Necip Fazıl

Kısakürek'in büyük rolü olmuştur. İslami Devletlerin bir araya gelmesi

ile kurulacak büyük ve birleşik İslam Devletini hedefleyen Büyük Doğu

düşüncesi, Necip Fazıl tarafından 1940'larda ortaya atılmıştır. Örgütün

şimdiki lideri ise, Kürt bir aileden gelen Salih Mirzabeyoğlu'dur.

Örgütün terör eylemleri için kullandığı altgruplar içinde; İslami Kısas

Kıtaları, İslami Kısas Timi, İslami Gerilla Ordusu, Öncü Birlikler vs. yer

almaktadır.

Hizbullah Hareketi ise Türkiye'de İran devriminden sonra örgütlenmiştir.

1980'den sonra ikiye bölünen hareketin birinci kolu, hedefe siyasal

yoldan ulaşmayı hedefleyen Menzilcilerden oluşmuştur. Silahlı mücadeleyi,

yani cihadı amaçlayan ikinci kol ise İlimciler adını almıştır.

İlimcilerin amacı Güneydoğu Anadolu'da bir İslam Devleti kurmaktır.

İlimciler, zamanla Menzilcileri silerek, hareketi silahlı eylem

amacında bütünleştirmişlerdir. Böylece Türkiye Hizbullah aracılığı ile

devrim ihracı modelini benimseyen İslam ülkelerinin de etki alanına

girmiştir.

İran İslam Devrimi ülkemizin bazı İslamcı teorisyenleri tarafından

savunulması, hatta bu devrimle övünülmesi, geleceğe yakılan bir yeşil ışık

olarak yorumlanmalıdır. Dinin devrimlerin nedeni olduğunu savunan

bir İslamcı yazar İran Devrimini anlatırken şöyle diyor: Din kitleleri

motive ediyor, halkın vicdanında ve ruhunun derinliklerinde yatan özgürlük

ve adalet duygularına çarpıcı cevaplar veriyordu. Hem İran'da onbinlerce

insanın canını ortaya koyarak gerçekieştirdiği İslam Devrimi'nin kendinden

başka hiçbir ideoloji, doktrin veya siyasal felsefeye borcu yoktu...

78 yaşında yaşlı bir din adamının liderliğinde gerçekleşen devrim, diğer

büyük devrimler gibi tutuşmuş bir ateş denizi gibi dalga dalga çevre

ülkelere, oradan da bütün dünyaya yayıldı...İslam devrimi bir gerçeği daha

somut olarak ortaya koydu: Bütün toplumsal hareketlerin gerçek hareket

ettirici gücü elit sınıflar, okumuş aydın zümreler, sosyal bilimlerin

geveze kuramcıları, toplumun öncülüğüne soyunmuş Jakobenci ceberrut

kadrolar değil, halk yığınlarıdır.

Kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla, yaşlısıyla halk yığınları... İslam

devrimine kadar yönetimlerin güçlü, orduların düzenli, sivil polisin

teçhizatlı ve organizeli, uluslararası desteklerin sağlandığı ve

modernleştirme politikalarının izlendiği ülkelerde devrimlerden söz

edilemeyeceği, hatta bu sürece iyiden iyiye giren çağımız uluslarının

sergilediği genel konjonktürde devrimler döneminin kapandığı yolunda yaygın

bir inanç vardı. Bunun boş bir inanç olduğunu İslam Devrimi kanıtladı...

Sarsılmaz sanılan bir rejim en güçlü döneminde ve uluslararası tam desteğe

sahipken devrilmiş, din adamları, yığınların önüne düşüp cumhuriyet talep

etmiş ve Batı sosyal bilimleri tarafından neredeyse müzelere kaldırılacak

kadar ölü ilan edilen İslam, dini bir devrimi ateşleyip yeniden bütün

dünyanın gündemine girmiştir...artık bundan sonra bir devrim ihtimalinden

söz edilecekse, din olmadan devrim düşünülemeyecekti (Ali Bulaç; Din ve

Modemizm, İstanbul 1995, s.245-248)

İran devriminin ana stratejisi ve halk hareketinin devrimdeki

büyük rolünün yanısıra Türkiye açısından son derece önemli olan ordu

faktörüne de devrimin anlatımı içinde yer verilmiştir. Yazar öncelikle halk

yığınları karşısında sanıldığının aksine asker faktörünün güçsüz ve çaresiz

olduğu gerçeğinin altını çizmekte, daha sonra da İran'ın 500 bin

kişilik ordusunun ayaklanan halk güçleri karşısında tutunamayıp dağıldığını

anlatmakta ve devam etmektedir. (Age;s.249)

Dağıldı, ama verdirdikleri zayiat da çok büyük oldu. İran'da devrim

boyunca yüzbine yakın kişi hayatını kaybetti. Ama ordu ve gizli

polis sonunda şunu anladı, milyonlarca insanı katlederek bir devrim

bastırılamaz. Humeyni şu direktifi veriyordu: Askerleri göğüslerinden değil,

kalplerinden vurun. Halk ve özellikle kadınlar direniş boyunca hep

askerlere çiçek attılar ve sonunda halk çocuklarından başka bir şey olmayan

askerler, halkın safhına geçtiler.(Age;s.249)

Bu satırlar, Türkiye'de Siyasal İslamın silahlı eylem gruplarına şüphesiz

ki büyük umut vermektedir. Devrim stratejisi ise halk-dini adamı-ordu

bütünleşmesinden ibarettir. Siyasal İslamın bu strateji doğrultusundaki

eylemleri içinde orduyu içeriden kuşatmak isteği, Türk milletinin hiç

de yabancısı olmayan bir gerçektir.

::::::::::::::::::::::::::::

Siyasal İslamın yükselişine karşı laik düşünceyi benimseyen çevrelerde

görülen hassasiyetin ve oluşan tepkinin belki küçük bir bölümü bilinçlidir.

Türk toplumunda inanç ve düşünce sistemlerinin derin bir incelemeye tabi

tutularak değil, duygusal olarak kabul veya reddedilme eğilimi yaygındır.

Atatürk'e duyulan sevgi ve modem dünyaya ayak uydurma hevesi, toplumda o

derece baskındır ki, bu duygusal yöneliş içindeki kitleler için Siyasal

İslam, Atatürk düşmanlığına ve geçmişe dönük bir yaşam modeline eş değerdir.

Özellikle kadın haklarının kısıtlanması, başörtüsü, çember sakal gibi

simgelerle bütünleşmiş bir korku, laikliğin savunusuna yol açmaktadır.

Toplum, cumhuriyetten bu yana müslüman olduğuna inanarak fakat

laik bir devlet düzeni içine yaşarken, aniden dinden dışlanmanın,

Siyasal İslamı benimsemediği için dinsiz sayılmanın şaşkınlığını da

yaşamaktadır. İslamiyeti, ahlak ve ibadet kurallarından ibaret bir din kabul

ederek inananların yaşadıkları şokun temelinde, din konusundaki yetersiz

bilgilenmenin yattığı ise, acı bir gerçektir.

Yaşamakta olduğumuz dönemde yeni bir keşif süreci başlamıştır.

Kendilerini doğduklarından beri müslüman olarak kabul edenler, şimdi

mensup oldukları dinin ikinci yüzünü keşfetmeye ve resmi ideoloji

taraftarları ile Siyasal İslam savunucuları arasından bir seçim yapmaya,

kimin doğruyu söylediğini anlamaya zorlanmaktadırlar.

Yıllardır bir kenara itilen Kuran ayetleri, İslamın hukuk normları,

devlet düzeni artık Türkiye gündeminin öncelikli konusu haline gelmiştir.

Arapça ezberlenen dualar, tutulan oruç, kılınan namaz hatta haç

ziyaretleri müslüman olmaya yetmemektedir. Evlerin dolap üstlerine, en

mutena yerlere konulan, saygı ile ele alınan, abdestsiz, başörtüsüz kapağı

açılmayan, belli günlerde huşu içinde ancak anlamadan, düşünmeden okunan o

Kutsal Kitap, Kuran bambaşka bir amaçla yaşama girmekte ve toplumun

yıllar boyu oluşturduğu yaşam biçimine bir tehdit olarak karşılarına

dikilmektedir. Oysa Kuran da değişen birşey yoktur. Tek değişim, onun

getirdiği siyasal düzeni topluma sunan bir siyasal dini hareketin

ortaya çıkmış olmasıdır.

Siyasal İslam ve Kuran

Şimdi Kuran'ın bazı özelliklerini ve Siyasal İslama kaynak teşkil

eden bazı ayetleri kısaca inceleyelim:

Kuran 6200 kadar ayetten oluşmuştur. Bunlar içinde 300 kadarı, İslamın

siyasal yönünü belirleyen şer'i hükümleri ifade etmektedir.

Bu hükümlerin belli bir toplum ya da zamanla kısıtlı olmadığı ise yine

Kuran'da belirtilmiştir. Geçmişte ve gelecekte Kuran'ı batıl kılacak

yoktur. Hakim ve övülmeye layık olan Allah katından indirilmiştir.(Kuran-ı

Kerim; Fusillet/42) Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur(Kuran-ı

Kerim; En'am/34 ayetlerinden de açıkça anlaşılacağı gibi Allah'ın sözleri olarak kabul edilen Kuran

ayetlerinin insan tarafından değiştirilmesi ya da yürürlükten

kaldırılması mümkün değildir. Nitekim bir başka ayette Biz daha iyisini

veya benzerini getirmedikçe bir ayeti yurülükten kaldırmaz veya ertelemeyiz(Kuran-ı

Kerim; Bakara/106) denilerek, Kuram değiştirmek yetkisinin yalnızca Allah'a ait olduğu

açıkça belirtilmiştir.

Bu ayeti esas alarak yola çıkıldığında Kuran'daki bazı ayetlerin vahiy

devam ettiği sırada yine vahiy aracılığıyla değiştirilmesi (nesh) mümkün

görünmektedir. Zira Kuran, İslamın son din, Muhammedin de son peygamber

olduğunu kesin bir dille söyleyerek, Tanrısal vahyin kapılarını İslam'la

birlikte kapatmıştır.

Bu koşullar altında bazı ayetlerin yine vahiy sırasında

değiştirildiğini, yani nesh edildiğini kabul edenler olduğu gibi reddedenler

de bulunmaktadır. Ancak peygamberin bu konuda hiçbir hadisinin bulunmaması

ve değiştirildiği iddia edilen ayetlerin, yerine konulan ayetlerin daha

önce mi yoksa daha sonra mı geldiğinin bilinmemesi nesih kapılarının çoğu

yerde kapanmış olduğunu ortaya koymaktadır. Kaldı ki, bu değişikliklerin

olduğu kabul edilse bile, bunların günümüzde sorun teşkil eden ayetleri

kapsadığına ilişkin hiçbir yorum mevcut değildir.

İslamın siyasal bir din olduğu, en açık biçimde Kuran'da görülmektedir.

Çünkü Kuran yöneten-yönetilen ilişkisini, tarafları da ortaya koyarak

açıkça belirlemiştir. Yönetilecek olanlar, İslam ümmeti, onları yöneten

ise, Allah'tır. Ancak Allah'ın ümmeti doğrudan yönetmesi söz konusu

olamayacağına göre, yönetim erki, Tanrısal iradeyi temsil eden Kuran

aracılığıyla peygamber ve diğer yöneticilere devredilmektedir. Nitekim

Resule itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur(Kuran-ı Kerim; Nisa suresi/80)

ayeti de bunu doğrulamaktadır.

Ayrıca peygamberin yönetme görevini nasıl yerine getireceği de

belirtilmekte ve Onların aralarında Allah'ın indirdiği (Kuran) ile hükmet(Kuran-ı

Kerim; Maide suresi/48) denilerek, İslam devletinin yönetim yasası Kuran

olarak belirlenmektedir. Ümmete ise Kuran'a ve peygambere kayıtsız şartsız itaat etmek

düşmektedir. Ahzab suresinin 36. ayetinde, Allah ve Resulü, bir

işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi

isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı

gelirse, apaçık bir sapıklığa düşer denilmektedir. Böylece peygamber

döneminde toplumun hem manevi, hem de siyasi önderi peygamberdir.

Peygamberden sonra ise, Tanrısal iradenin temsilcisi olan Kuran,

yönetimin hangi esaslara uygun olması gerektiğini belirleyen bir

Anayasa olarak kabul edilmiştir. Ancak peygamberin siyasi önderliği onun

vefatından sonra da etkinliğini sürdürmüş ve sözleri(hadisler),

davranışları(sünnet), olaylar hakkında verdiği toplumsal kararlar, buna

tanık olanların da sahitliği ile İslami yönetimin ve İslam hukukunun temel

yol göstericileri olmuştur.

İslamda Demokrasi Tartışması

Dinle ilgili tartışmaların en can alıcısı dinin demokrasi ile

bağdaştırılmaya çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Demokrasi bir yönetim

biçimidir. Yöneten ve yönetilen ilişkisinin halka verildiği ve yöneticinin

değiştirilmesi yetkisinin halkta bulunduğu bu yönetim biçiminde halkın

iradesi en üstün irade olarak kabul edilmektedir. Halkın yöneticilerini

seçme hakkı kadar önemli olan bir diğer husus, bu seçimde aralarında tercih

yapabileceği çeşitli seçeneklere sahip bulunmasıdır. Seçeneklerin bulunmadığı bir sistemde, salt seçme yetkisinin

kullanılması fazla bir anlam ifade etmekten uzaktır. O halde çok

partili siyasi sistemler, demokrasi bakımından yadsınamaz bir zorunluluk

olmaktadır.

Yine demokrasi, ancak bir hukuk devletinde yaşama geçirilebileceği

için, hukukun üstünlüğü ilkesi, vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Ancak

hukukun vasıtaları olan yasalar, zamana, koşullara, toplumun

ihtiyaç ve gelişimine uygun olarak yenilenmeye ihtiyaç gösterirler. Hiçbir

hukuk normu ebediyyen kalıcı ve değişmez olarak yorumlanamaz. Toplumun

gelişimine paralel olarak hukuk da kendini yenilemekte ve gelişimini

sürdürmektedir.

Demokrasi, yalnızca seçme ve seçilme fonksiyonlarının icra edildiği

bir yönetim biçimi değildir. Bireyin yaşamının hemen her aşamasında

kendini belli eden, özgür düşünceyi, tartışmayı, sorgulamayı da

beraberinde getiren bir yaşam tarzıdır. Diğer bir ifade ile demokrasi

bireyin her alandaki uygulamayı tartışma, sorgulama, eleştirme, alternatif

yöntem üretme gibi aktif katılımını gerektiren bir yaşam biçimini de

beraberinde getirmektedir. Bu katılım bireysel olabileceği gibi örgütlü de

olabilmektedir.

Bu ana ilkelerden hareketle siyasal sistem getiren hiçbir dinin

demokratik bir toplumsal düzene izin vermesi mümkün görünmemektedir. Zira

dinlerin özünü teşkil eden Tanrısal vahiy sistemi ve onun anayasası

olan Kutsal Kitaplar, Tanrı sözü olarak kabul edilmekte ve yönetme

erkini Tanrı'ya ve O'nun seçtiklerine devretmektedirler. Tanrı'nın

anayasası olan kutsal kitapların karşısına hukuk devletinin yasalarını

çıkarmak, Tanrısal irade yerine halkın iradesini ikame etmek, siyasal sistem

getiren dinlere inananlar için kabul görebilecek yaklaşımlar olmamaktadır.

Kuran, yönetimin hangi esaslarla yapılacağını Maide suresinin 48. ayetinde

açıkça belirtmektedir. Allah'ın indirdiği ile hükmet dedikten sonra,

sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik

diyerek yönetimin Allah'ın kitabındaki esaslara kayıtsız şartsız uyma

zorunluluğundan söz etmektedir. Yönetim esasları, Peygamber için de

bağlayıcı olmakta, Kuran, Peygamberin de yönetimini Kuran esaslarına uygun

yapma zorunluluğunu açıkça ifade etmektedir. Aynı surenin 49. ayeti Aralarında

Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların Allah'ın

indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın ifadesi,

Peygamberin, yönetme erkini, Kuranın esasları doğrultusunda kullanmak

zorunluluğunu ortaya koymaktadır.

Dolayısıyla demokraside yönetim, meşruiyetini halkın iradesinden

alırken, İslam Devletine yönetim meşruiyetini İlahi hükümleri hayata

geçireceğine dair verdiği taahhütten ve bu taahhütleri harfiyyen

yerine getirmekten alır. İlahi hükümlere riayet etmeyen her yönetim gayr-i

meşrudur, Şeriata aykırıdır.(Ali Bulaç; Modern Ulus Devlet; İstanbul,

1995, s.151)

Demokrasinin, insanın Tanrı karşısında mutlak özgürlük ve bağımsızlığını

öngören bir rejim olarak kabulü halinde ise Tanrısız bir rejim olduğu(age, s.l02),

yine İslamcıların iddiaları arasında yer almaktadır. Bu koşullarda demokrasi,

Siyasal İslamcılarca, Tanrı'ya inanmayanların rejimi olarak tanımlanmış

olmaktadır.

Günümüzün bazı İslamcı ideologları, Kuran'ın siyasal sistemini yorumlarken

tevhid ilkesinin yol gösterici bir kriter olarak alınmasını gerekli

rmektedirler. Bu ilkeye göre tüm varlık alemi tek bir güce, Allah'a

boyun eğmiştir. Bu sebeple her alanda O'na teslim olmak gereklidir. Sosyal,

siyasal, ekonomik yaşamın insan iradesinin ürünü olan objektif yasalara ve

kurumlara terkedilmesi ise Allah'a şirk koşmaktır. Tevhid ilkesine

göre gücünü ve meşruiyetini kendisinden alan dünyevi bir iktidar düşünülemez.

Ancak kaynağını Kuran'dan alan siyasal proje sadece müslümanlar

için bağlayıcıdır, dolayısıyla İslam, sadece müslümanlar için ve müslüman

blokla sınırlı olarak totaliter özellikler taşır. (age, s.152)

Demokrasinin temel şartları arasında yer alan çoğulculuk ilkesi de aynı

prensipten hareketle, kabulü imkansız bir ilkedir. Zira Tanrının

vahyine dayanan bir siyasal sisteme alternatif öneren siyasal partiler

peşinen, inançsız, imansız ve kafir olarak adlandırılacaklardır.

Nitekim İBDA'nın Ulu Mimarı olarak adlandırılan Salih Muzabeyoğlu, bu konuyu

kendi yayın organı olan Akademya Dergisinde şöyle anlatıyor: İslami Devlet

biçimi içinde hakimiyetin kaynağı ve kullanılması, kafirlerin vehmettiği

gibi havada ve mücerret bir kavram değildir...Hakimiyet Hakkındır

düsturu, hem hakimiyetin kaynağını, hem de hakimiyet -Allah'ın ve Resulü'nün

rızasına uygun davranan ümmet tarafından- kullanılmasını, hem de iktidar

olarak tecellisini apaçık çerçevelemektedir. Hakimiyetin ümmet olarak

kullanılmasının, kafirlerin halk hakimiyeti veya millet hakimiyeti diye

belirlediği hususla hiçbir alakası yoktur. Hakimiyetin kaynağı ahali değil.

Allah'ın ve Resulü'nün belirlediği emirler manzumesidir....Allah'ın ve

Resulü'nün emirlerine tabi olanlar, yani müslümanlar, Allah'ın halifeleridir...

Kafirler ise, Allah'ın hakimiyetine ve tabii ki müslümanların hakimiyetine

tabi olanlardır...Kafirle bir arada yaşamak, ancak İslam şemsiyesinin altında

ona yer göstermekle mümkündür. Herhangi bir laik-demokratik şemsiyeyi kabul

ederek, onun altında kafirle yaşamak değil. Zaten bu şekil, küfrün

hakimiyeti ve müslümanların mahkumiyetinin görüntüsüdür. (Akademya Dergisi,

İstanbul, Ocak 1997, s.9-10) Bu ifadelerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, Kuran dışı yönetime taraf olanlar kafir

olmakta ve onlarla birlikte yaşamak, ancak onlara hükmetme kaydı ile

uygun görülmektedir. Bu koşullar altında İslam Devletinin laik anlayışa

dayalı siyasi oluşumlara izin vermesi mümkün görülmemektedir.

Demokrasilerdeki hukukun üstünlüğü ilkesi ise Tanrısal vahiy tarafından

ortaya konulan hukuk normları karşısında geçersizdir. Tanrısal

vahiy, değişmez hukuk ilkelerini açıkça belirtmiştir. Bu ilkeler aile

hukuku, ceza hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku vs. gibi alanlarda açık

hükümler getirmektedir. Üstelik geçerlilik süreleri de belli bir zaman

dilimi ya da toplumla sınırlı değildir. Bu koşullarda devletin zamana ve

koşullara göre değişen hukuk normlarının, kesin, değişmez ve tüm insanlığı

bağlayıcı olması amaçlanan dini hukuk normları ile kıyaslanması dahi mümkün

değildir. Kaldı ki İslam'da bile yönetim veya devleti ne de devlet başkanı

hukuku meydana getiremez; tam aksine devleti ve başkanı var kılan

hukuktur. Hem devletin ve hem de devlet başkanının görevi, kendisinin de

bağlı olduğu İlahi Hukuku korumak, desteklemek ve devamını sağlamaktır.(age, s.151)

Siyasal İslamcıların şeriattan taviz vermemek yolundaki

kararlılıkları son derece açıktır. Kuran'daki şeri hükümlerin, çağın

gereklerine uygun olup, olmaması tamamiyle tartışma dışıdır. Bu konudaki

görüşlere bir küçük örnek, Milli Gazetenin yazarlarından Abdullah Altay'ın

Kalem'inden geliyor. Şeriat Dersleri başlıklı yazıda Altay şöyle diyor: Önce Ceza

Hukukundan başlayalım: Herşeyi bilen, geçmiş ve geleceğe hakim olan,

insanları ve onların ruhlarını yaratan Allah'ın ceza hukuku diyor ki:

Ey iman edenler! Öldürülen insanlar hakkında size kısas farz kılındı.

(Bakara 178. ayetten) Hem sizin için kısasta hayat vardır. Ey akıl

sahipleri, umulur ki (haksız yere adam öldürmekten ) korunursunuz (Bakara 179).

Kısasta hayat vardır ifadesine dikkat edilsin... İnsanı yoktan vareden Allah,

bir katil bir Müslümanı taammüden öldürürse, o katilin kısas edilmesini

emrediyor...İşte bu kısas can emniyetini muhafaza ediyor. Bu gerçeği anlamak

için Türkiye'ye ve dünyaya bir bakalım. İnsan hayatının hiçbir kıymeti yok...

Adi cinayetler, terör, anarşi, siyasi cinayetler hergün rastlanılan

olağanüstü hadiseler haline gelmiş...Amerika'nın bazı eyaletlerinde insanlar

güneş battıktan sonra sokağa çıkamıyorlar...Cinayetlerin önü alınmıyor.

Hapisaneler tıklım tıklım dolu...Katiller hapisanelere sığmıyor. Neden?

Çünkü ilahi sosyal şeriatın ceza hukukunun kısas maddesi kaldırılmış.

Beşeri sosyal şeratın maktulü değil, katili koruyan hapis cezaları

uygulanmaya konulmuş....Peki kısas uygulansaydı ne olacaktı? Bir

katil öldürülecekti. Binlerce cinayet planı kursaklarda kalacak,

yüzbinlerce hayat kurtulacaktı.(Milli Gazete, 26 Şubat.l997)

Kısacası Altay, öldüreni öldür emrinin Tanrı'nın buyruğu olduğunu

ve bunun yapılmaması sonucunda cinayetlerin arttığını anlatıyor. Demek

ki Türkiye'de Şeriat devleti kurulsa, Altay, eline silahı alıp,

Kuran'ın hükmünü yerine getiriyorum diye, katil zanlısını vuracak ve bunu

da Allah'ın emri kabul edecektir. Bu eylem, yazarın Kuran'dan çıkardığı

kendi yorumu mudur, yoksa gerçekten Kuran, kesin bir biçimde kısas emri mi

veriyor? Yazarın referans verdiği, Bakara suresinin 178. ayetinin

ilk satırıdır.

Her nedense, ayetin devamı dikkate alınmamış ve yazarın gönlündeki arzuya

uygun bir yorum için ayet kullanılmıştır. Oysa ayetin bütününde aynen

şöyle denmektedir. Ey inananlar, öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre

r, köleye köle, kadına kadın. Ama kim (yani katil, ölenin) kardeşi

tarafından affedilirse, o zaman (affedenin örfe göre) uygun olanı yapması

(uygun diyeti istemesi, affedileninde) güzelce onu ödemesi gerekir. Bu

Rabb'iniz tarafından bir hafifletme ve acımadır. Kim bundan sonra saldırıya

kalkarsa artık onun için acı bir azap vardır.

Demek ki Kuran, kısası farz kılmakla birlikte affedilmeye de imkan

tanımakta hatta affetmenin koşulu olarak da diyet ödenmesini şart koşmaktadır.

O halde, yazarın ifade ettiği gibi, kısasın kalkması, dünyada ahlakın

yozlaşmasının sebebi olarak gösterilemez. Ancak burada dikkat çekilmesi

gereken çok daha önemli bir durum söz konusudur. Bu da Kuran'ı yorumlamada

ortaya çıkan farklılıktır. Kuran'ı Abdullah Altay gibi yorumlayanlarla,

diyet ödeyerek katili affetmek şeklinde yorumlayanlar bulunduğu sürece

gerçek adalet nasıl sağlanacaktır? Kuran adam öldürmenin karşılığında

verilecek olan cezayı net bir biçimde belirlememiş, çeşitli seçenekler

sunarak, kararı kişiye bırakmıştır. İşte beşeri hukukla, şeri hukuk arasında

objektivite bakımından varolan bu büyük farklılığı görerek,

şeri hukuku istemek, bireysel iradeyi objektif hukuk ilkelerinin

önüne geçirmeyi seçmektir.

Tanrısal vahyi esas alan bir yönetimin, tartışılması, eleştirilmesi, bu

yönetime alternatif modeller üretilmesi, kısaca bireysel ve örgütsel

olarak düşünce ve ifade özgürlüğünün kullanılmasına izin verilmesi de bir din

devletinin kabul edebileceği yöntem olmaktan çak uzaktır. Dini inancın

daha önce de belirtildiği gibi tartışılmaz ve dogmatik oluşu, inananların

bu alanda özgür düşünce anlayışını sınırlamalarını kendi mantığı içinde

doğru kılmaktadır.

İslam dininde varolan hoşgörü ve vicdan özgürlüğünün, İslam devleti

olgusu ile karıştırılmaması gerekir. Çünkü İslam'da tanınan vicdan özgürlüğü,

bireyseldir. İslam devletinde yaşayan fakat İslamı kabul etmeyen diğer

dinlerin inananlarına, inançları konusunda baskı yapılmaması ve

dinde zorlamanın olmaması, bireysel inanç ve vicdan özgürlüğü anlamına

gelir. Ancak bir İslam devletinde, İslami kurallara aykırı, örgütlü bir

siyasal hareketin kabul görmesi ve çoğulcu demokrasi içinde bu harekete

siyasal özgürlük tanınması mümkün değildir.

Kaldı ki ümmetin vicdan özgürlüğünün sınırları da tartışmaya açıktır.

Örneğin Ali-İmran suresinin 85. ayetinde, Kim İslamdan başka bir

din ararsa ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden

olacaktır. denilerek, İslamı kabul edenlerin vicdan özgürlüğü ahiret

yaşamına ilişkin tehditlerle sınırlandırılmıştır. Yine aynı surenin 3.

ve 4. ayetlerinde de Allah'ın ayetlerini (Kuran'ı) inkar edenler için

mutlaka çetin bir azap vardır. Allah daima üstündür ve öc alandır denilmek

suretiyle, vicdan özgürlüğüne ciddi bir sınırlama getirilmiştir.

Bakara suresi 217. ayetteki Sizden kim dininden döner ve kafir olarak

ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır

ve onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. ifadesi bu

konudaki özgürlüğün sınırını ortaya koymaktadır. Zira gerçek anlamda

bir vicdan özgürlüğü, inanmak kadar inanmamakta da özgür olmayı gerektirir.

Kaldı ki Kuran, inanmamanın cezasını sadece ahiret yaşamına da bırakmamıştır.

Enfal suresinin 59-61. ayetlerinde, İnkar edenler geçtiklerini sanmasınlar.

Onlar bizi aciz bırakmazlar. Onlara karşı gücünüz yettiği kadar

kuvvet ve cihad için bağlanıp, beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın

düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka bilmediğiniz, Allah'ın

bildiği düşman kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam

olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız. denilerek, inanmamanın

cezasını verme görevini inananlara yüklemiştir. Tevbe suresinin 5.

ayetinde ise Haram aylar çıkınca Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız

öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup, onları

bekleyin. diyerek, inanmamanın cezasını ölüm olarak tescil etmiştir. Bu ve

benzeri pekçok ayet İslamın yayılma dönemi içinde gelmiş ve dine karşı

çıkanlar için açıkça öldürme emri vermiştir. Bakara suresi 191. ayetinde de

Onları nerede bulursanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den)

siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür...

denilerek, din uğruna adam öldürmek adeta kutsallaştırılmıştır. Aynı

surenin 218. ayeti, Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda

savaştılar; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar diyerek, bu kutsallığı

teyid etmektedir.

Cihad, İslam'da farzdır. Amacı ise dini yaymaktır. Dini yaymanın elbetki

silahlı mücadele dışında yolları da vardır. Silahlı mücadele, dini

kabulde direnenlere uygulanacak bir yöntemdir. İslam tarihi içinde

de uygulama bu yönde olmuştur. Günümüzde Siyasal İslamcı radikal unsurlar,

dini kabulde direniş gösterenlerin, Türk toplumu içinde bulunduğu

inancındadırlar. Bunlar, kendilerine İslam dışı bir din icad etmiş bulunan

laiklerdir, O halde, bugün için önemli olan bu ayetlerin Kutsal Kitaba

hangi koşullarda konulduğu, geçmişte nasıl yorumlandığı değil, siyasi güce

din aracılığı ile ulaşmak isteyenlerce nasıl kullanılacağıdır. Kendini dini

mücahid kabul eden Allah adına savaşma yetkisini kendinde bulan ve

Kuran'a tam olarak uymayı en kutsal görev sayanlar, bu emirleri 1400 yıl

öncesi için değil, süresiz olarak doğru ve geçerli emirler olarak

kabul etmektedirler. Bu kabulden dolayıdır ki, İBDA-C ve Hizbullah gibi

örgütler, silahlı eylemlerini Tanrısal vahyin gereği olarak kabul

etmekte ve kutsal bir görev ifa ettikleri inancı ile canlarını Allah yoluna

adayarak dine düşman saydıkları aydın ve Atatürkçü insanların yaşamlarına

son vermektedirler.

Dinin cihad emrini, din uğruna yapılacak her türlü mücadele olarak

kabul eden Siyasal İslamcılar bu düşüncelerini kamu oyuna kendi yayın

organları ile de duyurmaktadırlar. İşte 30 Ocak 1997 tarihli Akit

Gazetesinden bir manşet: İbadetlerin En Büyüğü: Cihad Bu manşetin altında

Prof. Dr. Ali Özek'le yapılan bir röportaj yer alıyor. İslam İnanç

Sistemini anlatan bir alt başlık altında Ali Özek şöyle diyor: Her

sistemin kendisine karşı olan sistemlerle yapacağı mücadeleyi

değerlendiren bir prensibi vardır. İslamın bu prensibine veya nizamına

Cihad denilmiştir. Bu itibarla cihad vazifesini ihmal eden her Müslüman,

bunun dışında ne kadar hayır ve hasenatta bulunursa bulunsun yine de İslami

vazifesini noksan yapıyor demektir. Yazının ileriki bölümlerinde İslam'da

cihadın iki anlamı üzerinde durulmaktadır. İlk anlamı nefisle cihad olarak

açıklanmakta ve bunun nefsi terbiye anlamına geldiği ve esas büyük cihadın

da bu olduğu ifade edilmektedir. İkinci cihad ise küçük cihad olarak

adlandırılıp, cephede düşmanla savaşmak olarak tanımlanmaktadır. Türkiye

savaşta olmadığına göre, bu küçük cihadın şu anda önemi olmadığı

düşünülebilir. Ancak Siyasal İslam, kendini böyle bir mücadelenin içinde

görmüş olmalı ki, yazının devamında küçük cihadın boyutları anlatılmaktadır.

İslamiyet yalnız belli ibadetleri yapmak, sonra da yan gelip yatmak

değildir. Hakiki Müslümanlık, icap ederse bize Müslümanlığı getiren

Peygamberimizin ve onun ashabının çektiği sıkıntıları çekmek, icabında

dövülmek, kovulmak, hatta ölmek, fakat vatan ve millet uğruna doğruyu

ve hakkı müdafaadan asla vazgeçmemektir. Allah Teala Kıyamet gününde

huzura varan kuluna, Cihad vazifesini yaptın mı? Allah'ın dini

İslamı muarızlarına karşı müdafaa ettin mi? Bu uğurda ne gibi eziyetlere

ve fedakarlıklara katlandın? diye sorarsa, her Müslüman ne cevap

vereceğini şimdiden düşünmelidir. Yazının ilerleyen bölümünde, cihadın

anlamına daha da açıklık getiren ayetlere yer verilmektedir. Prof. Özek,

Şüphesiz Allah Teala, müminlerden Allah yolunda (din uğruna) savaşan,

öldüren, öldürülenlerin canlarını ve mallarını, mukabilinde -onlara-

Cennet'i vermek suretiyle satın aldı. Allah, bunu Tevrat, İncil ve

Kuran'da kati olarak taahhüt etmiştir. Allah'tan başka kim taahhüdünü

noksansız yerine getirir. O halde yapmış olduğunuz savaştan size

müjdeler olsun. İşte büyük kazanç budur.(Tevbe/111) Bu ayette Allah

yolunda cihad edenlere Cennet vaad olunmak suretiyle, İslam'ın

en büyük rüknü olan cihadın mana ve ehemmiyeti tam olarak belirtilmiştir.

diyerek cihad konusundaki İslami yoruma açıklık kazandırmaktadır.

Cihad çığlıkları ve intikam yeminlerine bir başka örnek de radikal

islamcıların bir diğer yayın organı olan Cuma Dergisinde şu satırlarla

dile getiriliyor: Müslüman olarak bizlerin hem namusumuza kastederler,

hem ibadet ettirmezler, hem de kendi topraklarında esir hayatını, yani

Müslüman kanı akıtılarak kazanılmış topraklarda esir gibi yaşatırlar.

Bizler artık dinimizi ve topraklarımızı bu pis, necis, soysuz satılmışlardan

kurtarmalıyız. Onlara karşı tek yumruk haline gelmeliyiz. Onların o

ilkel ve sadist kafalarını koparmadıkça dinim, Şehit kanlarıyla sulanmış bu

mukaddes topraklarda esir olmaya devam edecektir....Biz Müslümanlar;

biz de dinimizi ve namusumuzu koruyacağız. Çünkü, Kuran-ı Kerim bizlere

şehitliği müjdeliyor. Peygamberlikten sonra gelen mübarek makamı...Cihad

farzdır. Cihad edelim, birleşelim. Uykudan uyanalım.(Cuma dergisi; 21-27 Şubat

1997, s.40.)

Bu ifadeler, baştan beri yazılanları doğrulayan açık bir kanıttır.

Yukarıdaki ifadeler, cihad için bir inançsız tarafın olması gerektiğini

ortaya koymaktadır. Zira savaş, Allah yolunda yapılacağına göre, düşman

tarafın, Allah'ı ve dini inkarı gerekmektedir. Oysa ülkemizde halk,

müslüman ve inançlıdır. O halde bu savaşın, karşı tarafı yoktur. Ne var ki

bu görüş, bir kesim Siyasal İslamcılarca kabul görmemektedir. Onlara göre

savaşılması gereken taraf, laiklerdir. 1 Şubat 1997 tarihli Akit

Gazetesinde yazar Faruk Köse, Laik olanın Müslüman olması mümkün değildir...

Bir kimse laik ise Müslüman değildir, Müslüman ise laik değildir.

demektedir. Bu yaklaşım, oldukça geniş kabul görmekte ve cihadın ikinci

tarafını da belirlemektedir. Yine aynı gazetenin 30 Ocak 1997

tarihli nüshasında Yaşar Kaplan, Hainlere Geçit Yok başlıklı

yazısında, Türkiye'de faşist, ateist, Kemalist çeteler suyun başını

tutmuşlar diyerek, düşman cepheyi daha açık biçimde ifade etmekte ve

Şimdi halkımızın bu ihanete karşı bir hareket başlatması gerekir.

Aydın-halk elele vererek ülkenin geleceği için seslerimizi yükseltmemiz

gerekir. Milletlerin, milli bir şahlanış olmadan, büyük badireleri

atlatması mümkün değildir. Bugün milli bir şahlanış başlatma günüdür.

Meydanlara inmeye, şimdilik ihtiyaç yoktur diye düşünebiliriz, ama hiç

değilse elimizdeki medya platformlarını bu amaçla kullanalım istiyoruz.

Haydi platformlara... Hainlere geçit yok ! diye haykıralım....

Bu ihanete karşı birleşik cephe oluşturalım ve sesimizi yükseltelim.:

İhanete geçit yok! Bu ayırımcı anlayışın

Siyasal İslamcılarca kabulü halinde, İslam'ın demokrasiye açık olduğunu

iddia etmek nasıl mümkün olabilir? Zira sistem kendine düşman kabul ettiği

kitlelere kendilerini ifade etme özgürlüğü vermeyecektir.

Siyasal İslamcıların hayallerini süsleyen yönetim tarzının özgürlüklerden

ne kadar uzak olduğunu, yine kendi kalemlerinden okuyalım. Akit Gazetesi

yazarlarından Mustafa Kaplan yazıyor: Benim hayal dünyamın görüntüsü ile

2017 senesi şöyle boy gösteriyor: Bütün İslam alemindeki rejimler tarümar

olmuş, birkaç tanesi hariç hemen hepsi halifelik sancağı altında tek devlet

olmuşlar. Kalan birkaçı da aynı ideal için kaynayıp duruyor. Şeriat-ı

garra her köşeye hakim olmuş. Kuran-ı Kerimin sosyal hayata bakan bütün

emirleri eksiksiz tatbik ediliyor. El kesme cezası hırsızlığa, recm cezası

zinayı kökten kaldırmış. Kadınlar zaruret olmadan sokağa çıkmıyor, çıkanlar

da çarşaflarını, peçelerini edeple takıyorlar. Resim ve heykel diye birşey

yok. İnançsızlar sanki yer yarılmış da içine girmişler. Sosyal adalet

bütünüyle temin edilmiş. Yirmi sene önce mangalda kül bırakmayan şeriat

düşmanlarının çoğu Cehenneme yollanmış, kalan bir ikisi de camilerin en ön

safında yer tutmuş, hepsinin çocukları İslam mücahidi olmuşlar. Tek vücut

olan İslam alemi Hz. Mehdinin riyaseti altında huzura kavuşmuş, dünyanın

öbür yakasını hizaya getirme hazırlıklarına başlamışlar. Hz.İsa da aynı

maksat için çalışıyor. (Akit Gazetesi; 12.Mart.1997)

Bu hayaller, Siyasal İslamcıların kurmayı amaçladıkları sistem hakkında

bilgilenmek isteyenlere ışık tutucudur. İnsan haklarını, çağdaşlığı,

özgürlüğü yok eden bir sistemin hayalini kuranların, buna demokrasiyi

alet etmeyi amaçladıkları son derece açıktır.

Peygamberden sonraki dört halifenin seçimini, İslamın demokrasiye

açık bir din olduğu şeklinde yorumlamak ise çok zordur. Zira toplumda

temsil edilen görüş ve inançların din odaklı bir seçicilik içinde halkın

oyuna sunulması halinde, gerçek bir demokrasiden söz etmek mümkün

değildir. Örneğin bir İslam devletinde birden çok siyasi parti

bulunsa bile, bu siyasi partilerin hepsinin İslam devleti ilkelerini yaşama

geçirmek istemeleri durumunda demokrasiden söz edilemez. İslam'da

yönetilenlerin özgür iradeleriyle ehil olan kimseleri yönetici olarak

seçmesi ve onlarla hukuki bir sözleşme (Biat) aktedmesini ya da işlerin

Şura ile yürütülmesini demokrasi olarak nitelemek de mümkün değildir. Zira

demokrasi farklı düşünce ve inançlara da temsil edilme, seçilme ve yönetme

hakkı veren bir sistemdir. Bir İslam devletinde, halkı dini esaslara göre

yönetmeye talip olan bir partinin yanısıra, din ve devlet işlerini

birbirinden ayıran, laik devlet anlayışına sahip bir siyasi parti de

kurulabiliyorsa, demokrasiden söz edilebilir. Ancak tüm siyasal rejimler

gibi, İslam devleti de kendi varlığını korumayı öncelikli hedef olarak

alacağından, laik, demokratik bir devlet anlayışına izin vermeyi doğal

olarak kabul etmeyecektir.

Kaldı ki bir demokrasi örneği gibi takdim edilen halife seçimlerinde,

bu seçime halkın bütünü katılmamıştır. Halifeyi başkentte oturan, ileri

gelenler seçmiş, biat ise diğer yerleşim merkezlerinden alınmıştır.(Ali

Bulaç; Modern Ulus Devlet, age. s.211) Dolayısıyle halkın iradesi, sandığa

yansımamıştır. Öte yandan seçilen halifenin iktidar süresi belirlenmemiş ve

halifeler kaydı hayat şart ile yönetimde kalmışlardır. Hatta hukuku ihlal

eden, baskı ve şiddete başvuran halifelerin bile hangi yöntemle azledileceği

belli olmadığı için halkın halife ile gelen iktidarı değiştirmesi için

kılıca başvurması gerekmiştir.

Zaman içinde hilafet, saltanatla bütünleşmiş, dini önderlik babadan

oğula geçmeye başlamış, ve biyoloji kanunları, Allah'ın gücünü arkasına

alarak ümmeti yönetme hakkını tayin eder olmuştur. Günümüzde ise Din

Devletine alkış tutanların ve iktidar hırslarını Allah'ın gücünü arkalarına

alarak tatmine çalışanların, bu yönetim erkinin kendilerine hangi

kutsal vahiy ile devredildiğini açıklamaları gerekmektedir.

Kuran'ı çağdaş dünyanın tüm ihtiyaçlarına cevap veren bir Kutsal Kitap

olarak kabul etmek mümkün müdür? Bazı İslam bilginleri bu konuda

büyük gayret içindedirler. Bu gayret öylesine büyüktür ki, yapılan Kuran

yorumları adeta yeni bir din yatratmaya eşdeğer hale getirilmektedir.

Buna karşı çıkan radikal İslamcı kesim ise dini çarpıtmaya çalışanları ağır

bir dille eleştirmektedir. İşte bu keskin, eleştirilere bir örnek:

Abdurrahman Dilipak Sizi Allah ve Kuran ile Aldatmasınlar başlıklı

yazısında (Akit Gazetesi; 6.Şubat.l997) şöyle yazıyor İslam adına hümanist, rasyonalist,

pragmatist bir din icad etmek isteyenlere dikkat etmek gerek.

Kuran'daki İslam talebini alkışlıyorum, destekliyorum, övünüyorum, ama

bunu istismar etmek isteyenlere karşı da dikkatli ve duyarlı olmak

zorundayız. Kuran'daki İslam, laikleştirilmiş İslam değildir. Kuran'ı açıp

okuyunuz. Kuran'ın her hükmüne tabiyiz. Değil bir ayetini, bir harfini inkar

eden dinden çıkar.

Kurandaki ayetleri günün koşullarına göre yorumlayarak, dini çağa

uydurma yolundaki gayretlere gösterilen büyük tepki, gücünü Kuran'dan

almaktadır. Kuran'ın Ali-İmran suresinin 7. ayeti, Kuran ayetlerini

muhkem(açık anlamlı) ve çeşitli anlamlar taşıyan ayetler olarak ikiye

ayırmaktadır. Muhkem ayetlerin kitabın anası olduğu belirtildikten

sonra, yoruma açık, gizli ve çeşitli anlam taşıyan ayetlerin fitne çıkarmak

isteyenler tarafından kullanılacağına işaret edilmektedir. Aynı ayet oysa

onun tevitini Allah'tan başkası bilmez. İlimde ileri gidenler: Ona

inandık, hepsi Rabbimiz katındandır derler. Aklı selim sahiplerinden

başkası düşünüp, anlayamaz diyerek, bu ayetlerin yorumu ile ilgili

sınırlamalar getirmiştir. Kaldı ki En'am suresinin 38. ayeti, Biz

kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. diyerek, her türlü bilginin

Kuran'da var olduğunu, insanın buna ilave bir bilgi getirmesine gerek

olmadığını anlatmaktadır. Diğer bir ifade ile, dinin ana esasları ve

insanlık için gerekli tüm bilgiler Kuran'da mevcuttur. Bu nedenle fitne

yaratabilecek yorumlar yapmanın ve Kuran ayetlerine dinin özü ile çelişkiye

düşecek biçimde ilavelerde bulunmanın kapıları kapatılmış, bu tarz yorumlar

ise ilim ve akıl dışı ilan edilmiştir. Bu zihinsel şartlandırılma içinde,

dinin değişik boyutlarda tartışılmasının da önü tıkanarak, tek tip düşünme

yöntemi empoze edilmiştir.

Ancak Kuran'ın gelişen toplumun her türlü ihtiyacına cevap vermediği,

yine İslam tarihinde açıkça görülmektedir. Bu konuda ilk ciddi

kriz, peygamberin ölümünden sonra yaşanmıştır. Kuran'da halifelerin hangi

yolla seçileceğine ilişkin bir hükmün bulunmaması ve Peygamberin de bu

konuya ilişkin bir vasiyetinin olmaması, halife seçiminde uygulanacak

yöntem konusunda büyük tereddütler yaratmıştır.

Bu tereddütler, İslam dünyasındaki siyasal ayrılıkların da temelini

atmıştır. Kuran'ın bu konuda her hangi bir hüküm getirmemesi neden

önemlidir? Kuran yönetme erkinin Allah'a ve O'nun seçtiklerine ait

olduğunu belirlemekle birlikte, peygamberden sonra, O'nun

seçtiklerinin hangi esaslara göre tayin edileceğini açıklamamıştır.

Ortada bu göreve layık birden fazla adayın olması, herşeyi Kuran'a göre

yapmaya alışan sahabe için, önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır.

Medine'de siyasal etkinliği olan iki büyük grubun mevcudiyeti, bunlardan

Ensar'ın (Medine'li Müslümanlar) aday olarak Hazreç kabilesinin önde

gelenlerinden Sad bin Ubade'yi aday göstermelerine, buna karşılık Mekke'den

Medine'ye Peygamberle göç eden ve ilk müslümanlar olarak bilinen grubun da

kendi içlerinde Ali ve Ebu Bekir'in adaylığı konusunda bölünmelerine yol

açmıştır. Seçim, şehrin ileri gelenlerince yapılmış, Ebu Bekir Halife

seçilmiş, fakat Ali'nin adaylığı konusunda ısrarcı olanlarla İslamdaki ilk

muhalefet hareketinin tohumları atılmıştır. Peygamberin ölümünün hemen

ardından ortaya çıkan bu karışıklık, Kuran'ın daha başlangıçta, her konuda

düzenleme getiren bir özellik taşımadığını ortaya koymuştur.

Yönetme erkini Allah adına kullandığı kabul edilen halifelerin, bu

göreve hangi yollarla geldikleri, ayrı bir araştırma konusudur.

Halifelerin seçim usulü... İslamın sadece demokrasi ile değil...cumhuriyetle

de bağdaşmadığını ortaya koymaktadır. İslami yönetim biçiminin demokrasi ya

da cumhuriyetle bağdaşmaması, sistemin eleştirilmesine bir sebep teşkil

etmez. 7.yy'ın Arap toplumu için geçerli ve gerekli olan koşulları

değerlendirmek, 20. yy. insanı için mümkün değildir. Dolayısıyla İslam

devletinin demokrasi ve cumhuriyete kapalı oluşu, sistemin bir eleştirisi

olarak değil, sistemi bugüne taşımak isteyen düşüncenin eleştirisi olarak

algılanmalıdır.

Halife seçimini cumhuriyet yönetimine eş değer kabul etmek mümkün

görünmemektedir. Çünkü cumhuriyet rejiminde seçim, halkın tamamının

oylarıyla gerçekleşmekte ve seçilenin yönetimde kalma süresi önceden

belirlenmektedir. Diğer bir ifade ile hayat boyu yönetme ilkesi,

cumhuriyet yönetimi için geçerli olmamaktadır. Halife şeçimlerinde ise,

hem halkın tamamının katılımı bulunmamakta, hem de seçilen halife, bu görevi

ölene kadar yapmak üzere devralmaktadır.

Halife seçimlerinden birkaç örnek vermek gerekirse, her halifenin

farklı bir yöntemle seçildiği ve seçimdeki liyakatin zaman içinde kılıç

gücüne kadar uzandığı görülecektir. Ebu Bekir'i Ashap seçmiş, Ömer, Ebu

Bekir'in vasiyeti ile seçilmiştir. Halk, Ebu Bekir'in vasiyeti

olduğu için fakat kimin seçildiğini bilmeden yeni halifeye biat etmiştir.

(Muhammed Hamidullah; İslam Müesseselerine Giriş, age, s.119-121)

Osman'ın halife seçiminde izlenen yol ise bambaşkadır. Halife Ömer,

vasiyet yolu ile bir halife belirlememiş ancak seçilecek halifenin

Peygamberin öldükten sonra cennete gireceğini müjdelediği aşere-i mübeşşere,

yani on kişi arasından yapılmasını istemiştir. O sırada bu on

kişiden ikisi vefat etmiş olduğundan, bunlar arasında yer alan Ömer de ölüm

döşeğinde olduğundan, geriye aralarında seçim yapılacak yedi kişi kalmaktaydı.

Bu yedi kişiden bir tanesi ise Medine'de bulunmuyordu. O halde ortada altı

halife adayı mevcuttu. Bu altı aday, yine kendi aralarında birini

seçeceklerdi. Ancak bu altı kişinin üçü bir kişiyi, üçü de diğerini seçerse,

seçim kilitlenebilirdi. Bu nedenle Ömer kendi oğlu Abdullah bin Ömer'i,

halife adayı olmamak, sadece çoğunluk elde edilemezse oy kullanmak

şartıyla seçici kurula kattı. Ancak bu altı kişinin de istedikleri

gibi hareket etme imkanları yoktu. Çünkü Ömer, bir şart daha ileri sürmüştü.

İbn Kesir gibi kaynakların iddiasına göre Hz. Ömer, bu altı kişiyi

murakabe etmek için bir polis komiseri seçmişti. Ayrıca bu altı kişinin bir

odaya kapatılmasını emretmişti ve bunların birini halife seçmeden bu odadan

çıkmamaları emrolunmuştu. Ayrıca Hz. Ömer, polis komiserine şu emri

vermişti. Şayet bu altı kişiden birisi, ekseriyetle seçilirse, buna karşı

adaylığını koyup, kaybeden, seçilen halifeyi kabul etmezse, onu derhal

öldürmeniz lazımdır. Bu son derece sert bir emirdi. Fakat bu emir

İslamın, faydasına mülahazası ile verilmişti. Çünkü Hz. Ömer bir iç harp

istemiyordu.(Muhammed Hamidullah; age, s.133)

Bu altı kişi toplandığında, üçü aday olmak istemedi. Geriye kalan üç

kişi Ali, Osman ve Abdurrahman bin Avf'dı. Abdurrahman bin Avf,

aday olmak istemediğini, fakat hakem olarak görev yapmak istediğini

söyledi. Ali ile Osman arasında hilafete en layık olanı seçmekte yetki

istedi. Kendisine bu yetki verildi. Abdurrahman bin Avf, halkın arasında

dolaşarak, onların tercihleri konusunda görüş aldı. Tercih, Osman lehine

idi. Daha sonra camide müslümanları topladı ve minberden Ali ve Osman'a ayrı

ayrı şu soruyu sordu: Şayet ben seni halife tayin etsem, sen her

zaman Kuran-ı Kerim'e ve Hz. Peygamber'in sünnetine ve Hz. Ebu Bekir ile

Hz. Ömer'in tatbikatına uymaya söz verir misin? Osman buna evet

cevabını verirken Ali, Kuran ve sünnete evet dediğini, fakat ilk iki

halifenin tatbikatına uymaya mecbur olmadığını söyledi. Bunun üzerine

Abdurrahman bin Avf, Osman'ı halife ilan etti.(age, s.134-136)

Bu örnekten de açıkça görüleceği gibi, halife seçiminde uygulanan

yöntemler birbirinden tamamen farklı olabilmekteydi. Nitekim

Ali'nin halifeliği de diğerlerinden tamamiyle farklı şekilde gerçekleşmiştir.

Osman'ın öldürülmesinden sonra ortaya çıkan karışıklıkta, halk Halife öldü,

izin ver de sana biat edelim diyerek Ali'ye gitmiş, Ali bunu önce kabul

etmemiş, daha sonra da camide halkın oylarıyla seçilmiştir. Ancak

seçimi yapanlar arasında önemli şahsiyetlerin (Talha, Zübeyr, Abdullah bin

Ömer gibi) bulunmaması, seçimin meşruluğuna gölge düşürebilmiştir. İslamdaki

en ciddi siyasal ayrılıkların sebebi olan bu seçim, daha sonra ilk

müslümanlar arası savaş olan Cemel Vakasına yol açmış, bunu Ali ile

Muaviye arasındaki Sıffın savaşı izlemiş ve Ali'nin halifeliği Muaviye

tarafından hile ile engellenmiştir.

Muaviye ile hilafet saltanata dönüşmüş ve oğlu Yezid halife ilan edilmiş,

buna karşılık Ali'nin oğlu, peygamberin torunu olan Hüseyin, hilafetin

kendi hakkı olduğunu ileri sürerek savaştığı için kafası kesilerek

katledilmiştir. Bu örnekler, hilafet konusundaki belirsizliğin İslamdaki

siyasal bölünmelere ve ahlaki deformasyona yol açan bir sonuç doğurduğunu

ortaya koymaktadır. Bundan daha da önemli olan savaş, hile, vahşeti

kullanarak hilafeti ele geçirenlerin, bu gücü Allah adına kullanıyor

görünmeleridir.

Yalnızca halife seçimi dahi, dünyevi yaşamı düzenlemekte, insan iradesine

geçit verilmesi gerektiğini ortaya koyan anlamlı bir örnektir. Nitekim

toplumun gelişen ihtiyaçlarına Kuran ve sünnetle cevap verebilmenin

mümkün olamadığı, zaman içinde ortaya çıkmış ve İslam Hukuku, Kuran

ve sünnete bağımlı kalmanın zorluklarını yaşayarak beşeri ihtiyaçlara insan

aklının yorumlarıyla çözüm aramak zorunda kalmıştır. Ancak Kuran

ve sünnetin bağlayıcılığı, insan aklının beşeri ihtiyaçlar doğrultusunda

çözüm bulma imkanlarını ve özgürlüğünü engellemiş ve dogmaların esareti

ile yol alan İslam dünyası, gerçek demokrasiye kapalı bir yönetim

tarzını sürdürmüştür.

Kurandaki esaslardan hareketle İslamın demokrasiye açık olduğunu

iddia etmek mümkün değildir. Kuran'ın bireyi inanç konusunda özgür kıldığı

ve demokrasiye açık olduğu yolundaki ifadeler ise, demokrasinin

nitelikleri dikkate alındığında son derece yetersiz kalmaktadır. Zira

üzerinde esas durulması gereken husus bireyin özgürlüğü değil, devletin

yönetim biçimini ve hukuku belirlemedeki tercihlerinde dogmalardan

bağımsız olup, olmadığıdır. İslam devleti ise kendi varlığını korumak ve

vahyin gerektirdiği sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeni kurmak

için Allah'ın sözü olarak kabul ettiği Kuran'la bağlıdır.

İnsan Hakları-Demokrasi ve İslam

Tüm çağdaş demokrasilerin insan hakları konusunda kabul ettiği evrensel

ilkeler içinde eşitlik ilkesi başta gelir. Eşitlik, ilkesi cinsiyet

ayırımcılığının ortadan kaldırılması bakımından önemlidir. Bireyin

cinsiyetine bakılmaksızın tüm haklardan eşit olarak yararlanması ve hukuk

karşısındaki eşitliği, tartışılmaz bir gerçek olarak kabul görmektedir.

İslam dini ise, zamanına göre kadın hakları bakımından reformist ve

koruyucu olmakla birlikte, günümüz dünyası ile kıyaslandığında kabulü

imkansız olan bir ayırımcılık yansıtmaktadır. Kuran'da hitap

erkekleredir.

Birkaç ayet dışında kadını muhatap alan bir üslup kullanılmamıştır. Kadının

erkek karşısında ikinci sınıf bir birey olduğu açık biçimde ifade

edilmektedir.

Bakara suresinin 228. ayetinde Erkeklerin kadınlar üzerindeki

hakları bir derece dahs fazladır, Nisa suresi 11. ayette, Allah size,

çocuklarınızın alacağı miras hakkında, erkeğe kadının payının iki

mislini tavsiye eder., Nisa suresi 34. ayette Erkekler

kadınların üzerine yöneticidirler. Çünkü Allah, kimini kimine üstün

kılmıştır. Çünkü erkekler kadınlara mallarından harcamaktadır... Dik

kafalılık, şirretlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin,

yataklarından ayırın ve dövün. ayetlerinin yanısıra erkeğin dört kadına

kadar evlenmesine, teşvik edilmemekle birlikte izin verilmesi; evlenme

ve boşanma ile ilgili kuralların erkek lehine düzenlenmesi, çağdaş dünyada

kabul gördüğü biçimde bir eşitlik anlayışının dinde yer almadığını

göstermektedir. Günümüz koşullarında, söz konusu ilkelerin yaşama

geçirilmesi mümkün olmamakla birlikte, Kuran'ı anayasası olarak kabul eden

Siyasal İslam Hareketi için, söz konusu ilkeleri uygulamak bir

zorunluluktur.

Nitekim, çağdaş dünyada hala kadın dövmeyi, dini bir emir kabul edip,

bunun yöntemini tartışanlar da pekçoktur. İşte, Kadın Dövmenin İncelikleri

başlıklı yazıdan (Süleyman Çobanoğlu; Milli Gazete, 8.Şubat,1997) birkaç

satır: Nietzsche demiştir ki: Kadına mı gidiyorsun? Kırbacını unutma! Bittabi

bu, Şaklat koçum kırbacını şunun sırtında anlamına gelmiyor.

Bu dünya hayatında erkek iradesi ile kadın işlevi arasındaki dengeyi

betimlemektedir sadece. Çağdaş dünyanın bir türlü anlamadığı, anlamak

istemediği dengeyi. İslam kaynaklarına göre kadına hüsnü muamele esas.

Pek çok, şartla birlikte eğer ortada bir nüşuz (serkeşlik) varsa,

önce nasihat, sonra yatakların ayrılması ve nihayet hiçbiri kar etmezse

belli sınırlar içinde darb... Bunun ötesi ise meşrebinize göre isim bekler;

artık maçoluk mu olur vahşet mi... Netice, kadın dövmek ince iştir.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin birinci maddesi, bütün insanlar hür,

haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar ifadesine yer vermektedir. Bu

madde, insanların doğuştan hür ve haklar bakımından eşit olduğunu

vurgulayarak, kimsenin diğerinden farklı ve özel yaratılmadığını ve dünyadaki

idealin de yaradılıştaki bu eşitliği yaşama geçirmeye yönelik olmasını

vurgulamaktadır. Zira eşitsizliği doğuşta varolan bir yazgı olarak

kabullenmek, eşitliği sağlamayı imkansızlaştıracaktır.

Herşeyi Allah'ın yarattığını defalarca tekrarlayan Kuran ise, yaradılıştaki

farklılıkları, bir ayrıcalık olarak ifade etmekle, eşitsizliği olağan kabul

etmektedir. En'am suresi 165. ayette, Sizi yeryüzünün halifeleri

yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi

kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur.denilmektedir. Bu ayetin

tefsiri Allah, şerefte, akılda, malda, mevkide insanların bazılarını diğer

bazılarından, üstün kılmıştır. Kimi güzel, kimi çirkin, kimi zeki, kimi bön,

kiminin geçimi bol, kiminin dar, kiminin mevkii yüksek vs(Süleyman Ateş; Kuran-ı Kerim Tefsiri, Cilt 2, s.969, Milliyet, 1995)

şeklinde yapılmıştır. Farklılıkların doğuştan var olan ayrıcalıklar ve Tanrısal

iradenin kararı olarak kabulü halinde, insanın bu eşitsizliği değiştirmek

yolundaki gayreti acaba Tanrısal iradeye karşı gelmek mi olacaktır?

Kuran'da pekçok surede Allah'ın dilediğinin rızkını genişletip, dilediğinin

kıstığı anlatılmaktadır. Bunun sebebi, Rum suresinin 37. ayetinde

de açıklandığı gibi inanan toplum için ibretler taşımasıdır. Ancak yine

Kuran'ın çeşitli yerlerinde, Allah dilediğini doğru yola iletir.(Kuran-ı

Kerim; Bakara/213) ve Allah dilediğini saptırır(Kuran ı Kerim; Rad/27)

Allah'ın göğsünü İslama açtığı kimse (Kuran-ı Kerim; Zümer/22)

gibi ayetlerin bulunması, inanmamak konusundaki kararda Allah'ın

dahli bulunduğu izlenimine yol açmaktadır. Bu durumda rızıkların

dağılımındaki eşitsizliği açıklamak mümkün olamamaktadır.

Zuhruf suresi 32. ayetinde, Rabbin nimetini onlar mı bölüştürüyorlar?

Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve

onların kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki, biri diğerine iş

gördürebilsin. ifadesi ise gelir dağılımındaki adaletsizliği bir

Tanrısal yazgı haline dönüştürmektedir.

Dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkeleri arasında petrol zengini

Arap Ülkelerinin de yer alması ve krallıkla yönetilmeleri acaba bu

ayetleri bire bir uygulamalarından mı kaynaklanmaktadır?

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin birinci maddesinin devamında

bütün insanların birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile

hareket etmelerinden söz edilmektedir. Oysa Kuran'daki kardeşlik sadece

müminlerin kardeşliğidir. (Müminler ancak kardeştirler. (Hücurat 1O))

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 4. maddesi, Hiç kimse kölelik

veya kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti

her türlü şekliyle yasaktır. demektedir. Kuran ise köleliği kaldırmayı

teşvik etmiştir. Örneğin Maide suresi 89. ayette yemini bozanların kefareti

olarak bir köleyi hürriyete kavuşturmak önerilen yollardan biridir.

Nur suresi 33. ayette ise çalışıp, belli bir para karşılığı hürriyetlerini

kazanmak isteyen kölelere eğer kendilerinden bir iyilik görürseniz mükatebe

yapın. Ve Allah'ın size verdiği malından onlara da verin denilmektedir.

Bir başka ayette ise Kadınlarından zıhar edip, sonra

söylediklerinden dönenler, karılarıyla temasa geçmeden önce bir köleyi

hürriyetine kavuştursunlar(Kuran-ı Kerim; Hadid/3) denilmektedir. Bütün bu

ayetler, İslamda köleliğin teşvik edilmediğini, tam tersine kaldırılması yolunda telkinlerin

yapıldığını ortaya koymaktadır. Ancak kölelik yasaklanmamıştır.

Köleliğin varlığı kadar önemli olan bir konu, kölenin farklı ve daha

aşağı sınıfa mensup bir birey olarak görülmesidir.

Nahl suresinin 74. ayetinde ise, bu eşitsizlik şu sözlerle ifade

edilmektedir: Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir

köle ile; kendisine güzel rızık verdiğimiz, o rızıktan gizli ve açık harcayan

kimseyi misal olarak anlattı. Hiç bunlar bir olurlar mı? İnsan

topluluklarının çağlar boyu geçirdiği gelişim, insanın hak ve özgürlüklerindeki

gelişimle paralellik göstermektedir. İlkçağların, insanı bir mal olarak

kabul eden kölelik uygulamaları, zaman içinde tarihe karışmış ve bu

uygulamaların insanlık dışı olduğu, hemen herkes tarafından kabul edilmiştir.

Tanrısal vahyin ürünü olarak kabul edilen dinlerin, ahlaki bir

devrimi amaçladıkları ise, son derece açıktır. Bu koşullar altında,

Tanrı sözü olarak kabul edilen Kutsal Kitapların, öncelikle kölelik

uygulamasını yasaklamasını, varedilişte meleklerin önünde secde ettiği

insanı, mal konumundan, insan konumuna yükseltmesini beklemek, dine

haksızlık yapmak olmasa gerek...

İslam dini, köleleri azad etmeyi teşvik etmekle birlikte, kölelik uygulamasını

yasaklamayarak, eşitlik ve adalet bakımından ciddi bir boşluk yaratmıştır.

Arap toplumunun ekonomik yaşamında bedava işgücü olan kölelerin ekonomik bir

fonksiyon gördükleri kabul edilse bile, değişmez, kalıcı, kesin hükümler

içeren bir Kutsal Kitabın, geleceğin dünyasını oluştururken insan haklarına

ilişkin temel ilkeleri topluma benimsetme konusunda tavizsiz bir yaklaşım

izlemesi gerekmez miydi?

Benzeri soruları cariye uygulaması için de sormak gerekir. Kadının

rızasına bakılmadan, hatta evli olup, olmadığına aldırmadan (Kuran-ı

Kerim; Nisa/ 24 (Savaşta esir olarak) ellerinize geçen (cariyeler)

müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz yasaklandı.) cinsel

ihtiyaçlarını karşılamak üzere erkeğe bir hak olarak verilmesi de çağdaş

dünyanın kabul edebileceği bir uygulama olmaktan çok uzaktır.

İslamiyet, kölelik ve cariyelik konularında, onların özgürlüğünü teşvik

edici telkinlerde bulunmakla birlikte, sözkonusu uygulamaları

yasaklamamış, sadece neyin daha iyi olacağının altını çizerek kararı insana

bırakmıştır. Oysa pekçok başka konuda açık yasaklar getirmekten kaçınmadığı

için, kararı insana bırakmanın, Kuran'ın genel uslubu olduğunu kabul

etmek mümkün değildir.

Ancak söz konusu ayetlerin de açıkça gösterdiği gibi, bu düzenlemeler

Kuran'ın geldiği dönem için anlamlıdır. İnsan idrakının bilgi ile

orantılı olarak geliştiği bir gerçektir. Dolayısıyla Kuran, 7. yy'ın Arap

toplumu insanını doğruya yönlendirmeyi amaçlayan bir dil kullanmış ve o

günkü toplumun ihtiyaçları ve örfleri doğrultusunda düzenlemeler getirmiştir.

Kuran'da Cahiliyye dönemi Arap toplumunun İslam'la ters düşmeyen

örf ve yasalarının aynen ya da biraz değiştirilerek uygulanmasını

emreden ayetler olduğu gibi, dine aykırı olduğu için tamamen kaldırılan örf

ve yasalar da mevcuttur. Bu konuyu Prof. Süleymen Ateş şöyle açıklamaktadır:

Kuran Araplar arasında uygulanan geleneksel şifahi yasaların

tevhid dinine aykırı olmayanlarını almış, bunların ya aynen veya biraz

tadil ile uygulanmasını emretmiş, tevhide aykırı gelenek ve yasaları ise

lağvetmiştir. Kuran'ın getirdiği yasalar, Kitab-ı Mukaddesteki prensiplerle

Arapların şifahi yasalarının karışımıdır. Bunda da ğaripsenecek birşey yoktur.

Çünkü Kuran, bir toplumu mutlu kılmak için gelmiştir. Toplumun mutluluğu,

alışılagelen iyi yasaların ve geleneklerin adil biçimde uygulanması,

kötülerin kaldırılması; toplumu engelleyici hurafelerin, batıl düşüncelerin

atılması ile olur. (Süleyman Ateş; Kuran-ı Kerim Tefsiri, Cilt 1, s.53)

Gerçekten de toplumsal değişim toplumun tüm adet ve alışkanlıklarına,

yılların birikimi olan örflerine ve yaşamı düzenleyici, benimsenmiş

doğru yasa ve kurallarına karşı gelerek sağlanamaz. Dolayısıyla

Kuran, Arap toplumunuu örf ve yasalarını doğrulamakla en akılcı ve gerçekçi

yolu seçmiştir.

Nitekim, Tek Tanrı düşüncesinin isimlendirilmesinde Arapların İslam

öncesinde muğlak olarak sezinledikleri ve başları sıkıştığında başvurdukları

En Yüce Varlık için, yeni bir ad bulmaya ihtiyaç hissetmemiş, o zamanlar

kullanımda olan Allah terimini benimsemiştir. (Şeyh İnayetullah; İslam

Öncesi Arap Düşüncesi, M.M. Şerif; İslam Düşüncesi Tarihi, Cilt 1, İstanbul

1990, s.156)

Araplarda yaygın bir adet ve bir tür tapınma kabul edilen kurban,

İslamiyette de aynı derecede önemli bir ibadet olarak kabul

edilmiştir. Araplar kurbanın, onu keseni Tanrı ile yakınlaştırdığına

inanıyor ve kutsal taşlar üzerinde kesilen kurbanın kanı, o taşa dökülüyor,

ya da sürülüyor, böylece tanrılara hizmet edildiğine inanılıyordu. Hz.

İbrahim'den itibaren süren kurban geleneğinin, Arap inançları içinde de

kendisine farklı yorumlarla da olsa yer bulması dikkat çekicidir. Kurban ya

kurba kelimesi Arapça yakın olmak anlamına gelmekte ve Tanrılarla

yakınlaşmanın bir yolu olarak kabul görmekteydi. Araplarda var olan bir diğer

gelenek de bir çocuğun doğuşundan hemen sonra başının kazınması ve onun

adına bir koyunun kurban edilmesi idi. (agm. s. 153) Bu adetler, Kuran'da dinin

kapsamı içine alınmış ancak bazı yeni düzenlemeler getirilmiştir. Bakara

suresinin 196. ayeti kurban ve saç kazıma konusunda şöyle demektedir. Eğer

düşman veya hastalık gibi bir engelle çevrilmiş olursanız kurbanı

gönderin: Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. İçinizden

hasta olan ya da başından bir rahatsızlığı bulunan, bundan ötürü traş olmak

zorunda kalan kimse, oruçtan, sadakadan veya kurbandan biriyle

fidye verir.

Kuran hac ve umreyi İslamın önemli bir şartı olarak kabul etmiştir.

Allah için hace ve umreyi tamamlayın (Kuran-ı Kerim; Bakara suresi/196) Safa ile Merve Allah'ın

nişanlarıdır. Kim evi (Kabe) hacceder, ya da umre yaparsa, onları tavaf

etmede kendisine bir günah yoktur. (Kuran-ı Kerim; Bakara suresi/158) Allah Kabe'yi, o saygı değer evi,

insanlar için hayat ve güven durağı yaptı. O saygı değer ayı,

kurbanı, boynu bağlı kurbanları da böyle yaptı ki Allah'ın gökte ve

yerde olanları bildiğini ve Allah'ın herşeyi bilici olduğunu anlayasınız.

(Kuran-ı Kerim; Maide suresi/97)

Kabe, İslam öncesi Arap toplumu için de kutsal bir mekandı. İçinde

360 put bulunan bu taştan yapı Araplar için sadece bir ibadet yeri

değil, aynı zamanda bir hac yeriydi. Yılın belli aylarında orada toplanılır,

bu toplantılar panayır ve bayram niteliğine dönüşürdü. Hac ile ilgili tören

ve merasimlerin yapıldığı Zilhicce ayı, kendisinden önceki ve sonraki

aylar olan Muharrem ve Zilkade ayları, kutsal aylar olarak kabul

edilirdi. Bu aylarda savaşmak yasaklanmıştı. Hacılar, kutsal topraklara

girer girmez bir takım yasaklara dikkat ederek, nefislerini bazı sıkıntılara

katlanarak köreltmek zorundaydılar. Kabe'yi tavaf ederler, duvarlarından

birinin içine yerleştirilen Hacer-ül Esved'i öperler, Zilhiccenin 9. günü

Arafat tepesine çıkarlardı. Hac adetleri içinde Mina'ya gitmek, burada

kurban kesmek, belli bir mekana taş atmak da vardı. (Şeyh İnayetullah; agm.,

s.154-155 Mekkeden akan Zemzem) adındaki su kaynağı da daha sonra kutsal

bir su olarak İslam inanışlarındaki yerini almıştır.

Görüleceği gibi İslam öncesi Arap toplumunun örfleri İslam sonrasında

ibadeti belirleyen esaslar içinde yer almıştır. Arap toplumunun

örflerinden kaynaklanan ve sosyal yaşamı belirleyen esasların Kuran'da

yer alması ve İslama inanan toplumların tümüne teşmili yolundaki yorumlar,

İslamın sosyal ve siyasal düzeninin günümüz dünyasının ihtiyaçları ile

uyuşmazlığının en önemli sebepleri arasında yer almaktadır. Geldiği dönem

ve toplum için son derece anlamlı olan ve o toplumun mutluluk, huzur ve

düzenine büyük katkıda bulunan hükümlerin, günümüz toplumunun ihtiyaçlarını

tatminde yeterli olmaması ve toplumsal huzura aynı derecede katkı yaratacak

sosyal hükümler içermemesini olağan karşılamak gerekir. Ancak Kuran'daki her

hükmü, değişmeksizin yaşama geçirmek isteyen Siyasal İslamcılar, sadece

Kuran'daki ahlaki normları değil; 14 yüzyıl öncesinin Arap örflerini de Türk

insanına dayatmayı amaçlamaktadırlar ki, toplumdaki laik-islamcı çatışmasının

temelinde yatan gerçek de budur.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti asırlardır içinde farklı din, ve inançlara

sahip toplumları barındıran bir devletin muasçısıdır. Cumhuriyetle

birlikte vatandaşlık esası kabul edilmiş ve farklı dinlere mensup olan

kitlelere de eşit haklar tanınarak, barış içinde bir arada yaşamanın en

güzel örneklerinden biri dünyaya sunulmuştur. 21. yüzyılın küreselleşen

dünyası ise farklı inanç, ırk, milletlerle bütünleşmenin ve işbirliğinin

antrenmanlarına gebedir. Bu koşulları sağlayan rejim ise ancak demokrasi

olabilir. Zira Siyasal İslamın ekonomik ve siyasal işbirliği tercihleri din

birliği esasına dayalıdır. Kuran'ın Maide suresinin 5. ayetindeki Ey

inananlar, Yahudileri, Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin

dostudurlar. Sizden kim onları dost tutarsa, o onlardandır. ifadesinin

günümüze uyarlanarak uygulanmaya kalkışılması halinde Türkiye'yi içeride ve

dışarıda bekleyecek olan tehlikeler de Siyasal İslami Hareketin

yaratacağı diğer bir tehdit olarak gözden uzak tutulmamalıdır.

Bunu, hayali bir iddia saymak ne yazık ki mümkün değildir. Zira yaşayan

İslamın özellikle Yahudilere bakış açısı son derece olumsuzdur. Bu

olumsuzluk bazı hallerde tırmanışa geçmekte ve akıl dışı, kışkırtmacı bir

üslup kazanabilmektedir. Dini nikah tartışmalarının gündemi işgal ettiği

günlerde, Mason Nikahının da konu edilmesi, Yahudilere gözdağı vermeyi

fırsat bilen bazı İslami çevreleri harekete geçirmiştir. İşte RP'nin yayın

organı olan Milli Gazete'nin (Milli Gazete, 1.Şubat.1997) Ahmet Akgül tarafından yazılan Masonluk-

Gladyo ve Siyonizm adlı yazı dizisinden birkaç satır: Şeytanın

birinci sınıf askerleri ve avaneleri ise, tarih boyunca hep

Yahudiler olmuştur. Şeytan Hak dinin saptırılması ve hükümlerinin tersine

çevrilerek uygulanması üzerine kurduğu batıl dinini ve düzenini önce

Kabbalist Hahamlara öğretir.... Yani bugün Siyonizm, Deccalizm'dir.....

Muharref Tevrat'taki Yehovadiye adlandırılan Tanrı'dan da aslında şeytan

kastedilmektedir.

Yeri geldiğinde, din ve vicdan özgürlüğünden dem vuran ve İslam'ın

hoşgörüsünü anlatan bu ağızlar, fırsat bulduklarında gerçek niyetlerini

açıkça sergilemektedirler.

Bu yaklaşımların demokrasiye olduğu kadar, dine de ters düşen ve birliği

bozucu ciddi bir tehdit içerdiği açıktır.

Bu koşullar altında ortaya çıkan açık gerçek, Siyasaİ İslamın demokrasi

ile bağdaşmasının ne derece zor olduğudur.

İslamın demokrasi ile bağdaşamayacak bir sistem olduğu bazı İslami

yazarlarca da açıkça ifade edilmektedir. Faruk Köse, Demokratik Çeçenistan

başlıklı yazısında (Akit Gazetesi, 31 Ocak 1997) şöyle demektedir: Demokrasi, hiçbir zaman

İslam ile bağdaşabilecek bir sistem değildir. Ne zaman ki demokrasi yoluna

girilmiştir, o zaman İslamın iktidarı imkansız hale gelmiştir. Çünkü

demokratik seçim ve iktidara geliş-gidiş mekanizması, hükumete

gelecek kişi veya gruplar bakımından her zaman da değil, çoğu zaman

İslamcı hükumetlere geçit vermez... Oysa, İslami seçim ve şura olsa,

mekanizma ve sistem İslam olacak, İslam'dan ayrılık da o kadar kolay

olmayacaktır... Demokrasi sandığı, İslami Hareket için en büyük tuzaktır.

Demokrasi-Kemalizm ve İslam

David Hotham 1972 yılında yayınladığı The Turks adlı kitabında,

60'lı yılların sonuna kadar ki süreç içinde Türkiye'yi analiz etmekte

ve dikkat çekici bir yaklaşımda bulunmaktadır. İkili meşruiyet (David

Hotham; The Turks, London, 1972, s.63) adını verdiği bu yaklaşımıyla

Türkiye'nin demokrasiye geçişte yaşadığı sancıların sebeplerine somut bir

teşhis koymaktadır.

Hotham'a göre Türkiye ikili bir meşruiyetin sıkıntılarını yaşamaktadır.

İkili meşruiyet, devletin gücünü hangi esastan almakta olduğu sorusuna

iki farklı cevabın verilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu ikili yapının birinci

ayağı Kemalizm'dir. Kemalizm'e göre, Atatürk ilkeleri, Anayasa'nın

ve hukukun değişmez, tartışılmaz ilkeleri olarak kabul edilmiştir.

Siyasal ve sosyal yaşam bu ilkeler doğrultusunda işlemektedir. Diğer bir

ifade ile, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gücünü Atatürk'ün belirlediği

milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkelerinden almaktadır.

İkinci ayak ise demokrasi, yani halkın iradesidir. Devlet kendini

demokratik olarak tanımlayarak, gücünü halkın iradesinden aldığını beyan

etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Başlangıç bölümünde de

bu ikili yapı açıkça ifade edilmektedir. Birinci paragrafta Atatürk

inkılap ve ilkeleri yer alırken, üçüncü paragrafta egemenliğin kayıtsız

şartsız milletin olduğu vurgulanmıştır.

Türkiye'de uzun yıllar tüm siyasi partiler, en muhafazakarından,

devrimcisine, liberalinden, sosyalistine kadar kendilerine

Atatürkçülük şemsiyesi altında bir yer aramışlardır. Hemen her siyasi

iktidar da kendini Atatürkçü olarak tanımladığı içindir ki, bu ikili yapıyı

açıkça teşhis etmek mümkün olmamıştır. Ancak günümüzde ortaya çıkan durum,

David Hotham'ın 25 yıl önce koyduğu teşhisi yaşama geçirmiştir. Hotham, o

günlerde şu soruyu soruyordu: Atatürk, hakimiyetin kayıtsız şartsız

milletin olduğunu söylemiştir. Halkın iradesi ise parlamentoda temsil

edilmektedir. Pekiyi halkın çoğunluğu iradesini, Kemalist ilkelere karşı

kullanırsa ne olacaktır?

İşte o zaman meşruiyetin ikili yapısından dolayı devletin güç aldığı bu

iki kaynak arasında bir çatışma yaşanması kaçınılmaz olacaktır. O zaman

demokrasi ile Atatürkçülük karşı karşıya kalarak bir mücadeleye mi

gireceklerdir? Bunun devletin bölünmez bütünlüğü üzerindeki etkileri neler

olacaktır?

Bu sorulara Atatürk ilke ve inkılapları ile demokrasi ilişkisi açısından

yaklaşmakta yarar vardır. İlk yapılması gereken, Atatürk ilke ve

inkılaplarının demokrasi açısından ne gibi bir engel oluşturduğunu incelemek

olmalıdır. Bu ilkelerin hiçbirisi, demokratik sürecin işlemesine engel

teşkil etmez. Ancak inkılap kanunlarının Anayasa ile korumaya alınmış olması

ve Atatürk'ün en önemli devrimlerinden sayılan laikliğin, laiklik

karşıtı görüşleri Anayasaya karşı gelmek suçu ile yüzyüze getirmesi,

Atatürkçülüğe karşı gelmenin suç sayılması gibi konuların demokrasiyle

bağdaşıp, bağdaşmadığı soruları akla gelebilmektedir.

Laiklik ve Demokrasi:

Türkiye gündeminde yer alan en sıcak tartışmalar laiklik konusunda

yaşanmaktadır. Laiklik, siyasal iktidarın dini otoriteden bağımsızlaştırılması

ve bunun sonucunda da siyasal ve toplumsal sistemin din ve devlet

ayrılığı ilkesine dayanması biçiminde tanımlanmaktadır. Anayasanın 24.

maddesi, bu tanıma daha geniş biçimde yer vermiştir.

Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması biçiminde

tanımlanırken, laik düzenin dini inkar eden, yok sayan bir anlayış

getirmediğine kanıt olarak da çeşitli yasal düzonlemeler yapılmıştır.

Anayasanın 24. maddesinde Herkesin vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine

sahip olduğu, dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağı hatta din

kültürü ve ahlak öğretiminin orta öğretim kurumlarında zorunlu ders olarak

okutulacağına ilişkin hükümlere de yer vermektedir. Ayrıca TCK'nun

İkinci Faslı Din Hürriyeti Aleyhinde Cürümler başlığı altında Din

faaliyetini men ve bozma, dini eşyayı bozma-din görevlilerine saldırma,

mabed ve kabirlerdeki eserlere saldırmaya ilişkin cezalar

getirmektedir. Dini Faaliyeti men ve bozmaya ilişkin hükümleri düzenleyen

175. madde, Dinlerden birine ait dini işleri veya ibadet ve ayinin

yapılmasını men ve ihlal eden kimselere... Allah'a veya dinlerin

peygamberlerinden veya kutsal kitaplarından veya mezheplerinden birine

hakaret eden veya bir kimseyi dini inançlarından veya mensup olduğu dinin

emirlerini yerine getirmesinden veya yasaklarından kaçınmasından dolayı

kınayan veya tezyif veya tahkir eden veya alaya alan kimseye hapis ve

para cezası verileceğini ifade etmektedir. Bu düzenlemeler laikliğin

dinsizliği teşvik eden bir amaç taşımadığını ortaya koymaktadır.

Ancak laiklik, siyasal iktidarı dini otoriteden bağımsızlaştırarak,

din devletine kapıları kapamakta ve Siyasal İslamın önündeki en büyük

engeli oluşturmaktadır. Türkiye'de Siyasal İslami hareketin güçlenmesi,

bu sebeple laiklik konusunun en çok tartışılan konular arasında yer

almasına yol açmaktadır.

Laikliğin din devletine kapıları kapaması, tartışılmasındaki en önemli

sebebi teşkil etmektedir. Bu kapıları kapayan cumhuriyet idaresi

de elbetki her türlü laneti üzerine çekmektedir. Ancak üzeri örtülen ve hiç

sözü edilmeyen bir tarihi gerçek vardır. Osmanlı'yı idealize eden dini

çevrelerin bu gerçeği hasır altı etmekte oldukça başarılı oldukları da

açıktır. Bu gerçek, laikleşme sürecinin cumhuriyetten çok önce, başlamış

olduğudur. Bu konuda kısa bir tarih özeti vererek, laiklik günahından(!)

Osmanlı'ya düşen payı da belirtmek, yararlı olacaktır.

Osmanlı Devletinde din-devlet ilişkisini iki dönemde ele almak

gerekir. Birinci dönem, Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı zaptederek Abbasi

halifesinden hilafeti devr alması ile başlar ve l9. yy'ın ilk yarısına

kadar devam eder. Bu dönemde devletin anayasası şeriat, hükumet tarzı ise

saltanattır. Halife-Sultan, şeriat kanunlarına aynen uymak ve bu

yoldan dışarı çıkmamakla yükümlüdür. Devlet, dini esaslara göre

yönetilmektedir. Halifeyi din konusunda aydınlatmak ve yol göstermek üzere

kurulmuş yüksek bir dini makam vardır ki, bu makamın sahibi Şeyhülislamdır.

Şeyhülislamlık, şeriatın koruyucusu ve halife-sultanın dini rehberidir.

Şeyhülislamı halife tayin eder ancak bir kez o makama gelindiğinde artık

şeyhülislam olağanüstü yetkiler kazanır. Bu yetki, onun icabında vereceği

bir (hal'i) fetvasıyla, halife-sultanı hükümdarlıktan azle kadar

gider. (Ali Fuad Başgil; Din ve Laiklik, İstanbul; 1996, s.194)

Devletin yönetimi şeriata göre yürütüldüğü halde, hükümdarın

yönetim konusunda alacağı kararlarla ilgili olarak Padişah Kanunnameleri

ne başvurduğu da bir gerçektir. Ancak bu kanunnameler şeriata aykırı olamaz.

Osmanlı idaresi, l9. yy'ın ilk yarısına kadar bu esaslarla devam

etmiş, yani dine bağlı devlet yönetimi benimsenmiştir. İkinci dönem ise

Tanzimatla başlamaktadır. 1839 da okunan ve İslahat Fermanı diye anılan

ünlü Gülhane Hattı Humayunu, sadece bir yenileşmenin değil, aynı zamanda

laiklik uygulamalarının da başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Zira

Tanzimat döneminde din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması yolunda

ilk ciddi adımlar atılmış ve Osmanlı toplumunda müslümanların diğer inanç

grupları üzerindeki mutlak hakimiyetlerine son verici uygulamalar

başlatılmıştır. Bu dönemi laik devlete geçiş olarak değil, fakat yarı dini

devlet uygulaması olarak yorumlamak daha doğru olur. Zira devlet, hala din

devletidir. Ancak dinin devlet yönetimi üzerindeki tekelci yapısı kırılmış,

yasalar yalnızca şeriata bağlı olmaktan çıkmış ve iktidara din dışı

unsurlar hakim olmaya başlamıştır. Özellikle yeni yapılan kanunlarda,

dini esaslardan ziyade değişen şartların ortaya çıkardığı ihtiyaçlar

dikkate alınmış ve Avrupa'dan, özellikle de Fransa'dan iktibas edilen

Ticaret, Ceza Kanunları ile ilk kez din hukukunun dışına çıkılmıştır.

(Ali Fuad Başgil; age, s.196)

Laikliğin ilk işaretleri, bu dönemde bizzat Padişahın sözleriyle

verilmiştir. Sultan Abdülaziz, 10. Mayıs. 1868'de Şurayı Devletin açılış

konuşmasında şöyle demiştir: Teşkilat-ı cedide, kuvve-i icraiyyenin,

kuvve-i adliyye, diniye va teşri-iyyeden tefriki esasına müsteniddir.

(Yılmaz Öztuna; Türkiye Tarihi Cilt 12, İstanbul, 1967, s.42)

Diğer bir ifade ile, yeni teşkilatta yürütme kuvvetinin, yargıdan, dinden

ve yasamadan ayrıldığı ifade edilmekteydi. Böylece meclisin yürütme fonksiyonu

büyük ölçüde dinden bağımsız hale geliyordu.

Ayrıca halk arasında din ve inanç ayrılığından dolayı yerleşmiş olan

farklılıkların ortadan kaldırılması amacıyla devlet dini olan Müslümanlığa

önceden tanınmış olan imtiyazların bir çoğu bu dönemde iptal edilmiştir.

Bunlar arasında, devlet memurluğunun sadece müslümanlara özgü bir

meslek olması, eşit oranda vergi alınması, mahkemeler önünde eşitlik,

askerlik de eşitlik gibi esaslar yer almaktadır.

Ancak laikliğe geçiş bakımından en dikkat çekici gelişme, yargı kurumunun

teşkilatlanması ile ilgili olandır. Batı kökenli kanunların, bir ölçüde

yerlileştirilerek de olsa uygulamaya sokulması, Şeriyye mahkemelerinin

yanısıra karma mahkemelerin de kurulmasını zorunlu kılmış ve dine dayalı

hukuk, belli alanlarda yerini din-dışı hukuka terk etmeye başlamıştır.

Bu dönemin laikliğe geçiş sürecini başlattığını iddia etmek için bir

başka önemli değişimden de söz etmek gerekir. Bu değişim, eğitim felsefesi

ile ilgilidir. Gülhane Hattı Humayununda alınan kararlardan biri de

Batı örneğine uygun okulların açılması olmuştur. Bilim, öğretmen ve sermaye

olarak Batı'dan yararlanılması yolunda alınan karar, eğitimde laikleşmeye

doğru atılan önemli bir adım olmuştur.

1876 da çıkarılan Kanunu Esasi, bir Anayasadır. Bu anayasada devletin

dininin İslam olduğu yer almakla birlikte, yarı dinilik vasfına

sahip olduğu da açıkça ortadadır. Zira Kanunu Esasinin 11. maddesi, din

hürriyetini garanti altında almakta ve memlekette mevcut bütün dinlerin

serbestçe icrasını, devlet himayesine vermektedir. (Ali Fuad Başgil;

age, s.197) Bu neden önemlidir?

Artık devlet, sadece müslümanların devleti değildir. Yazılı olarak ifade

edilmese bile, diğer dinlere de yasal bir meşruiyet tanınmıştır. Bu

sebeple, devlet dini İslamdır yazmanın, pek fazla bir önemi kalmamıştır.

Devlet, diğer dinlerin inananlarına da İslama inananlara olduğu

mesafededir. Artık devlet hayatı sadece dini hükümlere göre değil, beşeri

hükümleri temsil eden bir Anayasaya bağlanmıştır. Ancak tam laik de

değildir, çünkü devletin dini İslam, başkanı ise halifedir. Halife dine

aykırı gördüğü konuları onaylamamak yetkisine sahiptir. Ne var ki bu dönem,

laikliğe giderek yaklaşılan bir sürecin başlangıcıdır.

Ankara'da büyük Millet Meclisi Hükumetinin kurulmasıyla birlikte ortaya

çıkan gelişmelere bakıldığında din ve devlet ilişkilerinin düzenlenmesinde

belli aşamalardan geçildiği görülecektir. İlk aşama 1920 yılında Şeriye

vekaletinin kurulmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunda dini yetkileri

elinde bulunduran Şeyhülislam, aslında Sadrazamla birlikte devletin

yürütme organın liderliğini paylaşmaktaydı. Yapılan değişiklik,

şeyhülislamlığın yetkilerini bir bakanlık bünyesinde toplamak, ancak bir

yönü ile de onun yetkilerini hükumetin başı olmaktan bir bakanlık statüsüne

indirgemekti.

Ancak devletin dini hala İslam olarak geçtiği için, dini yetkilerin

devletin bir bakanlığına verilmesi, din devleti yapısı ile tezat

oluşturmuyordu. Dini yetki, bir yönü ile kurumsallaştırılmış oluyordu.

Bundan sonraki aşama ise, halen çok taıtışılan bir uygulamanın başlangıcı

olmuştur. 1924 yılının 2 Mart günü Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak

429 sayılı kanunla Diyanet İşleri Reisliği kurulmuş ve bu kurum başbakanlığa

bağlanmıştır. Ancak devletin resmi dini hala İslamdır. 29 Ekim 1923 de

cumhuriyet ilan edilmiş, 20 Nisan 1924 de Teşkilatı Esasiye Kanunu yani ilk

cumhuriyet anayasası kabul edilmiştir. Anayasada da devletin resmi dininin

İslam olduğu ibaresi yer almaktadır. Bu nedenle Diyanet İşleri Reisliğinin

devlete bağlı bir kurum olmasında sistem açısından bir çelişkinin mevcut

olduğu söylenemez.

Ancak 10 Nisan 1928 de Teşkilatı Esasiye Kanunundan devletin dinini

belirleyen madde çıkarılmış ve 1937 yılında da laiklik ilkesi anayasaya

dahil edilmiştir. Böylece devletin niteliği belirgin biçimde ortaya

çıkmış ve din ile devlet işleri birbirinden tamamiyle ayrılmıştır.

Günümüzde laiklikle ilgili tartışmaların büyük bölümü bu konuda cereyan

etmektedir. Türkiye'de din ve devlet işleri gerçekten birbirinden ayrılmış

mıdır?

Türkiye'de din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması iki yönlüdür;

dinin devlete karışmaması, devletin de dine karışmaması gerekir. Mevcut

uygulamalar, dinin devlete karışmadığı biçiminde yorumlanabilir. Her

ne kadar devleti oluşturan bireylerin inançları mevcut ise de bu

inançların, devletin fonksiyonlarını dine dayalı biçimde etkilememesi

halinde, dinin devlete karıştığı iddia edilemez.

Konuyu tartışılır kılan husus, laiklik tarifinin ikinci aşaması olan,

devletin dine karışmaması esasıdır. Türkiye'de devlet dine karışmakta mıdır?

Anayasanın 136. maddesi Diyanet İşleri Başkanlığının işlevine ayrılmıştır.

Bu madde Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik

ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve

milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen

görevleri yerine getirir demektedir.

Bu maddenin açıkça ortaya koyduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devletinde dinin özerk bir biçimde örgütlenmesine

izin verilmemiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile din hizmetlerinin devlet

tarafından karşılanması esas alınmıştır. Bunun yanısıra Diyanet İşleri

Başkanlığının faaliyetlerinin laiklik ilkesi doğrultusunda yapılması ve

dinin hiçbir biçimde siyasete alet edilmemesi de belirtilmiştir. Devlete

din alanında geniş bir denetim ve müdahale yetkisi tanıyan bu uygulama, ulus

devlete geçiş, ulusal egemenlik ilkesinin yerleşmesi ve çağdaşlaşma

girişimlerinin gereği olarak yapılan tercihin sonucudur. Laikliğin tanımi

ile, uyumsuzluk içinde bulunduğu iddia edilse de Türkiye'nin Cumhuriyetten

bu yana yaptığı siyasal tercihlerin devamlılığı açısından önem taşımaktadır.

Dinin devletin denetimi altına sokulması sonucu, İslam, siyasal

rejimin ana ilkeleri ile tezat oluşturmayacak biçimde, radikal İslamcıların

ifadesiyle resmi, ya da laik din haline dönüşmüştür. Ancak bu kesimin göz

ardı ettiği gerçek İslamın bu yeni yorumunun yıllar boyu bu özelliği ile

kitlelerce kabul görmüş, inanç, iman ve ahlaka ilişkin temel fonksiyonunu

yerine getirmiş ve halkı birleştirici rolünü kusursuz biçimde ifa etmiş

olduğudur.

Oysa günümüzde, İslamın Türkiye'ye özgü bu yorumunu tanımayıp,

Siyasal İslamı yaşama geçirmek isteyenler, öncelikle laikliğin tanımından

hareketle, dinin devletin resmi ideolojisinden bağımsızlaştırılması, talebini

gündeme getirmektedirler. Bunun ilk adımı ise Diyanet İşleri Başkanlığının

özerkleştirilmesidir.

Bu gerçekleştiği takdirde neler olacaktır? Diyanetin son yıllarda sıkça

tanık olunan fetvaları, siyasi rejimle ya da Kemalizm'le çatışabilecek;

geniş halk kitleleri zaman içinde Siyasal İslami bir şuura yönlendirilebilecektir.

Zira İslamiyet, siyasal bir dindir ve din ile ibadet, çoğu halde içiçe

girmiş durumdadır. Diyanetin tamamen bağımsız bir kurum olarak kabulü

halinde, dini kurumların, siyasetten bağımsız bir fonksiyon görmeleri

beklenemez.

İslam tarihi içinde cami, dini ve siyasal vaazların verildiği bir

din kurumu olarak görev yapmıştır. Siyasi önderin aynı zamanda dini önder

olması, halifenin aynı zamanda hem dini, hem de siyasi önder olarak

imamlık görevini ifa etmesi, dini kurumlarla siyasi kurumların birbirinden

ayrılmasına imkan vermemiştir. Abbasiler dönemine kadar halifeler,

camilerde beş vakit imamlık yapan, imana ilişkin konuların yanı sıra,

yönetimle ilgili konularda da halkla görüşen, dolayısıyla din ve devlet

işlerini bir arada yürüten yöneticiler olmuştur. İslam Devletinin

genişlemesi, imamlık görevinin, bölgenin en büyük mülkü amiri olan valilere

devredilmesine yol açmış ancak ülkenin başkentinde bu görev, devlet

başkanınca sürdürülmüştür.

Yine önemli bir ibadet biçimi olan cuma namazı, tamamen siyasi

amaç taşıyan bir ibadet biçimi olup, halkla yöneticinin devlet

meseleleri konusundaki istişaresini sağlamaya yönelik bir ibadet türüdür.

İslamın bu özelliği, laik, demokratik bir hukuk devletinde, din-devlet

işleri ayrılığı önündeki en önemli engeli oluşturacağından, din

görevlilerinin devlete bağlı bir kurum olan Diyanet aracılığı istihdamı,

rejimin devamlılığı bakımından bir zorunluluk olmaktadır.

Siyasal İslamın günümüzde rejimin boşluklarını belirlemede büyük bir

titizlikle çalışması ve laiklik ilkesi ile uygulama arasındaki

çelişkileri belirlemesi, hukuk devletini güçsüz kılma konusunda önemli bir

girişim olarak değerlendirilmelidir.

Siyasal İslamcıların laiklikle ilgili ikinci iddiaları ise, Siyasal

İslamın laikliğe konu olmamasını amaçlamaktadır. İddiaya göre laiklik

devlet ve siyaset üzerinde kilise ve din adamlarının, yani İslamda

varolmayan ruhban sınıfının, iddia ve teşebbüslerine karşı siyaseti ve

dini özgürleştirmektir. Oysa otoriter laik görüşe göre; İslamın iki

kutsal referansını (Kuran ve sünnet) bir üst hukuk kabul edip, genel İslami

değerlere uygun siyasi tasarım ve programlara sahip insanların yönetime

katılma istekleri, laikliğe aykırı kabul edilmekte, böylece paradoksal bir

şekilde kilisesi ve ruhban sınıfı olmayan İslam dini ve ona bağlılık hissi

içinde bulunan müslümanlar, laiklik adı altında siyasi sistemin dışında

tutulmaya çalışılmaktadır. Türkiye'de savunulan ise düpedüz dinsizliktir.

(Ali Bulaç; Modern Ulus Devlet, age. s.113)

Bu iddialar, İslamın laikliğe konu teşkil edecek bir din olarak

kabul edilemeyeceğinden hareketle, yaratılacak olan boşluktan, Siyasal

İslamın geçişini kolaylaştıracak bir yaklaşımdır. Oysa ruhban sınıfı olsun,

olmasın toplumun sosyal ve siyasal yaşamını düzenleyici ilkeler içeren ve

hukuku (şeriatı) olan bir dinin, kendi kutsal referanslarından oluşan

ilkelerle ve bir siyasal parti aracılığı ile devleti yönetmeye talip olması,

elbet ki laiklikle bağdaşması mümkün olmayan bir durumdur. İslamın, yasa ve

kural koyucu bir ruhban sınıfına ihtiyacı yoktur. Çünkü Kuran, bu ihtiyaca

cevap vermekte ve siyasal sistemin esaslarını ayrıntılı biçimde

belirleyerek, siyasal iktidara yol çizmektedir. Dolayısıyla Hırıstiyan

alemindeki ruhban sınıfını bahane ederek, laikliği özünden saptırarak

tanımlamanın sadece bir laf cambazlığından ibaret olduğu açıktır.

Ülkemizde laiklik ilkesi ile anti-laik siyasal oluşumların

yasaklanması, konuyu bir demokrasi tartışmasına da dönüştürmektedir.

Özgürlük ve demokrasiyi öne sürerek siyasal amaçlı dini faaliyetler

önündeki engelleri, laikliği devre dışı bırakarak kaldırmak isteyenlerin

ana hedefi nedir? Siyasal İslamın güç kazandığı bir ülke olması nedeniyle

Türkiye'de laiklik sadece siyasal rejimin değil, demokrasinin de teminatı

olarak kabul edilmektedir. Çünkü Siyasal İslami Hareket olarak kendini

gösteren anti-laik siyasal oluşumlar, demokrasiye kapalıdır. Bu nedenle

laiklik ilkesinin korunmasına gösterilen özenin bir demokratikleşme

sorunu olarak değil, demokratik sistemin kendi varlığını devam ettirme

vasıtası olarak görülmesi gerekmektedir. Bu durum bir din devletinde laik

siyasal oluşumlara izin verilmemesine eş değerdir.

O zaman Daha demokratik bir yönetim için bu ilkelerden fedakarlık

edilemez mi? sorusuna dünyanın başka bir ülkesinde olumlu cevap

vermek mümkün iken, Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullar incelendiğinde,

Atatürk ilkelerinin daima İslam devleti olgusuna karşı en önemli

engeli oluşturduğu görülecektir.

Buna karşılık demokratik rejimin varlığını sürdürmesi için elzem

olmayan ancak toplumda ciddi gerginliklerin yaşanmasına yol açan bazı

konuların yeniden gözden geçirilmeleri mümkündür. Örneğin faşist devlet

imajı yaratmak için kullanılan başörtüsü sorunu, demokrasinin yaşaması

ile ilişkili bir sorun değildir. Her ne kadar İslami ideolojinin

göstergesi olarak kullanılıyorsa da, yasaklamanın demokratik rejime

getirdiği yük daha fazladır. Bu gibi konuların demokratikleşme olgusu

içinde yeniden ele alınarak yasal düzenlemelerin yapılmasını, Atatürk'ün

manevi şahsiyetine yapılan bir saygısızlık olarak görme hassasiyetinden

fedakarlık yapılması mümkündür.

Türkiye'nin kızışan siyasal gündeminde demokrasiyi kullanarak, anti

demokratik bir uygulamayı başlatmayı amaçlayan Siyasal İslami Harekete

halkın desteğini kazandıracak olan ve bu hareketin temsilcilerini mazlum

konumuna düşürecek her türlü kısıtlamanın yeniden gözden geçirilmesine

ihtiyaç bulunmaktadır.

Ancak göz ardı edilemeyecek gerçek, laiklik ilkesinin Türk demokrasisi

açısından taşıdığı önemdir. Laiklik, anti-demokratik bir oluşum olan,

din devletine kapıları kaparken, İslamiyeti de her türlü siyasal

kavgaya alet olmaktan uzak tutan, halkın vicdanında siyaset üstü bir konuma

yükselten ve yine siyaset aracılığıyla tahriften koruyan bir fonksiyon da

görmektedir.

Laiklik ilkesi aynı zamanda bireysel inancın siyasal bir baskı ve

telkin altında kalınmadan da yaşanmasını mümkün kılmaktadır. Devletin

yönetici bir otorite olarak herhangi bir dini, telkin ya da tavsiye

etmemesi, inancın vicdan ve irade özgürlüğüyle belirlenmesi açısından da

büyük önem taşımaktadır. Türk insanı inanmakta da, inanmamakta da, farklı

dinlere inanmakta da hürdür, devlet tarafından hiçbir baskı altında

tutulmamaktadır. Bu nedenle bu ülkede yaşayanlar, Ben Müslümanım

diyorlarsa, bu onların dürüst, saf, içten tercihlerinin ve güçlü

inançlarının bir göstergesi olmaktadır. Diğer bir ifadeyle, laiklik, Türk

insanının ikiyüzlü bir inanç yerine dürüst ve güçlü bir inanca ulaşmasında

da büyük rol oynamıştır.

Siyasal İslam ve Ulus Devlet

İslam'da yöneten-yönetilen ilişkisinde yönetilen kesim ümmet olarak

tanımlanmıştır. Ümmet ise Allah'tan peygamber aracılığıyla indirilen ilahi

hükümleri yegane yol gösterici olarak kabul eden evrensel İslam

toplumudur. Bu nedenle ümmet ile millet kavramları birbiriyle özde çatışma

gösterirler. Zira millet, aralarında ortak dil, din, ve kültür bağı

bulunan, ortak bir ülkü etrafında birleşmiş, aynı kaderi paylaşan ve

bağımsız bir siyasal kimlikle aynı topraklar üzerinde yaşayan insan

topluluğu olarak tanımlanmaktadır. Böylece toprak ve siyasal kimlik,

milleti tanımlayan en önemli öğeler haline gelmektedir. Ümmetin dini inançta

birleşen ve ulusla sınırlı kalmayan evrensellik boyutu, millette bulunmadığı

gibi, milletleşme olgusu ile birlikte toplumsal kimlik oluşumu da dini

kimlikten siyasal milli kimliğe dönüşmektedir. Bu nedenlerle ulus devlet,

Siyasal İslamcıların bir bölümü için gayri meşru bir oluşumdur. Ayrıca İslam

dünyasında yer alan ulus devletlerin dahi, İslam siyasetinin nihai

amaçlarıyla zıtlık gösterdiğini ileri sürenler bulunmaktadır. Bu itirazlarda

ulus devletlerin İslam ümmetini ulusal kimliklere bölen ve parçalayan bir

sonuça hizmet ettiğini düşünmenin de payı olduğu muhakkaktır. Gerek

peygamberin ölümünden hemen sonra başlayan İslamdaki siyasal ayrılıklar,

gerek ekonomik çıkarlara endeksli ulusal ekonomi politikaları günümüzde tek

bir ümmette birleşecek bir İslam dünyasına ulaşmanın gerçekçi olmadığını

ortaya koymaktadır. Ancak Büyük Doğu düşüncesindeki Tek İslam Devleti

ülküsü, pekçok İslamcı düşünürün ütopyası olarak yaşamaya devam etmektedir.

Günümüz dünyasının gelişen şartlarına daha gerçekçi bir gözle bakanlar

için ise, küreselleşme, din olgusunu yeniden canlandırmayı gerekli kılan

oluşumlara gebedir. Küreselleşme dünyada din temeline dayanan yeni

kutuplaşmalar ortaya çıkarmaktadır. Gelecekte dünyanın Hıristiyanlık/sekülarizm,

Konfuçyüsçü/Budizm ve İslamcılık olmak üzere üç ana blok içinde

kutuplaşacağını düşünenler, İslamın tek ümmete dönüşümünde ısrarcı olmasalar

da dine dayalı bu yeni entegrasyon içinde, bütünleşmeyi sağlayacak arayışlar

içindedirler. Esasen tüm ekonomik entegrasyonların nihai hedefi siyasal

entegrasyon olduğuna göre, İslam dünyasındaki bu arayışı da yadırgamamak

gerekir. Necmettin Erbakan'ın İslam ülkeleri ile ilişkilere öncelik tanıması

ve kendisini İslam aleminin lideri olarak kabul ettirme yolundaki çabaları,

bu İslami entegrasyon modelinin Türkiye'deki ilk adımlarıdır. İslami

entegrasyon, ekonomik bir modelle başlasa dahi, siyasi ve kültürel amaçlar

taşıması kaçınılmazdır. Benzeri hedeflerin Avrupa Topluluğu içinde de

uygulanmakta oluşu, buna en somut örnektir.

Sosyal ve kültürel entegrasyon, AB'nin sosyal ve kültürel

politikalarını yeniden oluşturmasını gerekli hale getirmiş, yeni hukuki

düzenlemeler kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu deneyimlerin ışığında yol alan

bazı İslamcı düşünürler, İslam dünyasının sosyal, kültürel ve daha ileri

aşamada da siyasal entegrasyonu için İslamın siyasal yapısı içinde bir üst

kurumun gerekliliğini öne sürmektedirler. Bu üst kurumla ilgili en somut

öneri ise, yeni içtihad ve İslami perspektitlere İslam dünyasında siyasi

ve manevi bir üst birleştirici kimlik (Ali Bulaç; Modem Ulus Devlet,

age, s. 214) kazandıracak olan Hilafet kurumudur.

Ancak Hilafet Kurumunun yeniden kurulması elbetki yeni anlaşmazlıklara

yol açacaktır. Zira hilafet hakkının son sahibi olan Türklerin, Halifeler

Kureyşi soyundan olduğu için bu hakkı kendilerinde gören Arapların

ve nihayet bu kurumu tarih boyunca reddetmiş olan Şii dünyası ve

İran'ın, Hilafetin temsili ve üst kurum olarak kabulunde anlaşmaları son

derece zordur. Ayrıca bu kurumun yeniden yapılandırılması ve fonksiyonlarının

belirlenmesi konusunda da İslamın başlangıçtan beri yaşadığı güçlükler

devam etmektedir. İslam Hukukunun kaynağı olan Kuran ve sünnete ek

olarak peygamberin ölümünden sonra gerekli görülen sahabe ictihadı, Kuran

ve sünnetin tartışmasız doğrular olarak kabul edilen hükümlerinden

hareketle ortaya çıkan sorunları hükme bağlamaktaydı. Buradaki hareket

noktası, peygamber yaşasaydı, bu sorunu nasıl çözümlerdi? sorusuna

cevap aramak yolunda gelişmişti. Zaman zaman daha bağlayıcı kabul

edilen Şura kararlarına da başvurulmuş ve karara bağlanan konulardaki

hükümler, İslam hukukunun bir diğer önemli kaynağını oluşturmuştur. Ancak

Emeviler döneminden itibaren özellikle kamu hukuku alanında Kuran

ve Sünnetten sapmalar görülmüştür. İslam Hukukunun olgunluk çağı olarak

kabul edilen Abbasiler döneminde fıkhın önceki kaynakları olan

Kuran, sünnet ve sahabe ictihadına ilaveten tabiin içtihadı, nazari ve

farazi fıkıh çalışmaları, fetihlerle kültür ve örflerin fıkıh yorumlarına

katılması, bu alandaki ihtilatların artmasına yol açarken, fıkıh alimlerinin

kendi görüşlerini kaleme almaları ile fıkıh ilminde gelişmeler olmuş ancak

farklı yorumlar da uzlaşmayı zorlaştırmıştır.

Abbasiler döneminde İslam Hukukunun ana kaynakları konusunda görüş

ileri sürenlerin dört ana gruba ayrıldıkları görülmektedir. Birinci

grup, sünneti delil ve hüküm olarak kabul etmeyen, Kuran ve re'ye dayanan

aşırı re'ycilerdir ki, bunlar Kuranda belirgin olmayan konularda

nas'lardan hareket ederek akıl yürütme yolu ile hüküm üretmekte, yani

Kuran'ı ana kaynak kabul etmektedirler. İkinci grup ise sünneti

de delil sayan ancak titizlikle inceleyen ve hadislerin sıhhatini

araştırarak onları hukukun kaynağı olarak kullanan ılımlı re'yciler dir.

Üçüncü grup, re'y ictihadını, kıyası, tabiin içtihadını delil kabul

etmeyen aşırı esercilerdir. Dördüncü grup ise, re'y ve kıyasa nadiren

başvuran hadisler, sahabe ve tabiin fetvalarını ana kaynak kabul eden

gruptur. Bu gruplaşma, İslam Hukukunun kaynakları konusunda Abbasiler

döneminden itibaren başlayan farklı yorumları ortaya koymak bakımından somut

bir örnek teşkil etmektedir.

Günümüzde ise İslam Ülkeleri uyguladıkları hukuk bakımından üç

grupta toplanmaktadır. Birinci grup nüfusun çoğunluğu müslüman olan

eski sosyalist ülkelerdir. SSCB döneminde laik, ateist temele

dayalı bir hukuka sahip olan bu ülkeler, şimdi hukuklarını milli bünyelerine

uydurma çabası içindedirler. İkinci grup, modernizmden az etkilenen,

kapalı rejim sürdüren ülkelerdir ki, (S.Arabistan, Yemen, Umman, BA Emirlikleri,

Katar, Afganistan, Sudan, İran, Pakistan,) bu ülkeler teorik olarak İslam

Hukukunu, pratikte ise geniş ölçüde örf adete dayanan hukuku uygulamaktadırlar.

Üçüncü grupta yer alan ülkeler ise, belli alanlarda (şahsın hukuku, miras,

aile hukuku, vakıflar gibi) İslam Hukukunu, diğer alanlarda ise Batı kaynaklı

yasaları uygulayan ülkelerdir. Bunların çoğunluğunu eski sömürgeler teşkil

ettiğinden sömürgecilik döneminden kalan Batı yasaları hala yürürlüktedir.

Örneğin Hindistan, Malezya, Bengal, K. Nijerya'da İngiliz Hukuku (Common Law),

Kuzey Afrika'da Fransız Hukuku, Endonezya'da Hollanda Hukuku hala

yürülüktedir.

Öte yandan güney doğu Asya ülkeleri içinde Modern İslam Devleti

uygulamalarına geçilme girişimleri görülmektedir. Örneğin bir İslam

Devleti olan Malezya'da Başbakan Mahathir Mohammed'in dini reformu

da öngören girişimleri, bölgede bir örnek oluşturmaktadır. Mahathir Mohammed'in

öncelikle el attığı konu, İslam hukuk sisteminin değişmesidir.

Mevcut adalet sistemi ikili bir yapı göstermekte, ülkede merkezi

yönetime bağlı sivil mahkemelerin yanısıra, mahalli yönetime bağlı şeriat

mahkemeleri bulunmaktadır. Mahathir Mohammed'in şeriatın ağır işleyen,

son derece katı ve yeterince güven vermeyen uygulamalarına karşı

olması, hukuktaki reform girişimlerinin temel sebebini teşkil

etmektedir. İslamın her çağa hitap eden bir din olabilmesi, ancak 1400

yıl önceki yorumlardan kurtarılması ile mümkün olabilir diyen Başbakan,

Kuran'ın toleranslı ve esnek biçimde yorumundan yanadır. Bu esneklik mali

sistemin İslamlaştırılmasında da kendini göstermektedir. Bankalar faiz alma

ve verme konusunda yeni ölçüler benimsemektedirler. Borsacılar, yeni

İslam indeksleri çıkararak, haram faaliyetlerde bulunmayan işletmelerin

hisselerinin satışına izin vermektedirler. Haram faaliyet, alkol,

domuz ürünleri, kumar vs. gibi konuları içermekte ve haram faaliyetteki

ölçü, işletmenin toplam üretiminin yüzde 30'u ile sınırlanmaktadır. Arap

Malezya Bankası, çıkardığı kredi kartlarının gece klüpleri, masaj slonları

gibi yasaklanmış faaliyetler dışında kullanımına izin vermektedir.

Mahathir Mohammed'in yakın zamanda Suudi Arabistan otoritelerince,

Arap dünyasında büyük prestiji olan Kral Faysal Uluslararası Ödülüne

Layık görülmesi, modernleşme eğilimlerine Arap dünyasının bakışı konusunda

bazı ipuçları vermektedir. Ülkede radikal İslamcı muhalefetin bu

değişimlere göserdiği tepkiye rağmen, komşu ülkelerin, en başta da en

büyük nüfuslu İslam ülkesi olan Endonezya'nın Malezya'daki modernleşme

sürecinin yakın takipçisi olduğu bilinmektedir: Bu reformist yaklaşımların

geleceğin İslam dünyasında özellikle güney doğu Asya'da bir örnek

model olarak değerlendirildiği açıktır. (Financial Times Eki, 26-27 Nisan 1997)

İslam hukukundaki farklı yorum ve kabullerden ve İslam ülkelerindeki farklı hukuki uygulamalardan

da açıkça görüleceği gibi, ortak bir hukuki yapıya geçişi sağlamak son derece

zordur. Bir üst kurumun ortak hukuki yaptırımlarını, İslamın bütününe

teşmil etmenin adeta imkansız olduğu bilinmektedir. Bu nedenle

Hilafet kurumuna bağlanan ümitlerin hiç de gerçekçi olmadığı açıktır.

Çok Hukukluluk Tartışması

Demokrasi kullananın niyetine göre değişen bir keskin kılıçtır. Bireyi

esas alan bu hak ve özgürlükler rejimin kendi kendini yok edecek

bir maharette kullanma çabalarına Türkiye çokça tanık olmaktadır. Bu

uygulamalardan en dikkat çekici olanı da demokrasiyi öne süren ve bireyi

esas aldıklarını iddia eden bazı siyasal İslam yanlılarının ileri

sürdükleri çok hukukluluk iddiasıdır.

Çok hukukluluk fikrini savunanlara göre, devletin, farklı kültürleri

olan insan topluluklarına tercihleriyle kendi hukukunu seçme şansını vermesi

hukuk üretme gibi bir görevi olmaması ve bu görevi insanlara bırakması;

böylelikle insanların daha özgür bir ortamda ilerleme sağlamakla beraber,

aynı zaman diliminde hukukların da tatbikattaki başarıları ile

mukayeselerinin yapılabileceği (Milli Gazete; 14 Kasım 1995) ileri

sürülmektedir.

Bu iddiaya dayanak alınan uygulama ise Peygamberin Medine Sözleşmesi dir.

Bu sözleşme Medine'deki Yahudi ve putperest kabilelerle

imzalanmış ve imzacı taraflara kendi hukukularına göre yaşama hakkı

tanınmıştır. Bu sözleşmeden hareket eden Siyasal İslamcı bazı düşünürler,

çağımızda da etnik, dini, ideolojik gruplara kendi hukuklarını seçme

özgürlüğü tanıyarak bir arada yaşamayı ve toplumsal barışa bu yolla ulaşmayı

önermektedirler. Bu öneriler sadece fikri düzeyde kalmaktan öteye

geçmiş ve RP İstanbul Milletvekili Mustafa Baş, Meclise bir kanun

teklifi vererek, belediyelerin yanısıra müftülere de nikah kıyma

yetkisinin verilmesini ve resmi nikahtan önce dini nikah kıymanın serbest

bırakılmasını istemiştir.

Çok hukukluluğun tarihi geçmişi araştırıldığında, tarafların eşit haklara

sahip olduğu bir çok hukukluluk uygulamasının İslamiyet içinde dahi

belli bir dönem için yürürlükte kaldığı görülecektir. Medine sözleşmesi

imzalandığında, söz konusu uygulama Sizin dininiz size, bizim dinimiz

bize ayetinden güç alırken, daha sonra Tek din İslamdır ayetinin

gelmesi ile gayri müslümlerin bu hukuki özgürlükleri kullanmadaki

statüleri değişmiş, itaate ve Müslümanların hakimiyetini kabule dayalı,

eşit olmayan bir yönetim başlamıştır. Kaldı ki çok hukukluluk geleneği

sadece Müslümanlar arasında değil Roma İmparatorluğunda Avrupa'daki çeşitli

İmparatorluklarda ve İslam öncesi Orta Doğuda da mevcuttu. Ancak ulus

devletin ortaya çıkışı ile birlikte bireysel hukuk yetersiz kalmış ve

hukukun mülkiliği bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Ulus devletle

birlikte vatandaşlık kavramının ortaya çıkışı, ulusun birliği, bütünlüğü

bakımından kişiye ya da cemaatlere özel olmayan ve ülkenin tümü için

geçerli olacak yasaları zorunlu kılmıştır. Hukuk birliğinin milletleşme

sürecinin en önemli araçlarından biri olduğu açıktır. Nitekim Osmanlı

İmparatorluğunda Kanuni döneminden itibaren başlatılan tek hukuka geçiş

gayretleri cumhuriyete kadar aralıklı olarak devam etmiştir.

Osmanlının parçalanma sebepleri arasında çok hukuklu yapıdan kurtulamamanın

da önemli bir rolü olduğunda pekçok tarih bilimci birleşmektedir.

Günümüz Türkiye'sinde Siyasal İslamcıların demokrasi ve insan haklarını

öne sürerek başlattığı çok hukukluluk tartışması, Medine Sözleşmesini

model almaktadır. Bu sözleşmenin yapıldığı koşulları, günümüz Türkiye'sinin

koşulları ile karşılaştırmanın dahi anlamsız olacağı ortadadır.

Ancak birkaç özelliğe dikkat çekerek, çok hukuklulukla ilgili iddialara

açıklık kazandırmak yararlı olacaktır.

Herşeyden önce Sözleşmenin kabul edildiği dönemde Medine'nin nüfusu

Müslüman, gayri müslim, toplam 10 bin kişi idi. Üstelik müslümanların

sayısı yaklaşık 1500 dolaylarında kabul edilmektedir. Bir kent devletinin

bile olmadığı Medine'de farklı mahallelerde oturan ve bütün işlerinde

bağımsız kabileler yaşamaktaydı. Her kabilenin başında hayat boyu görev

için seçilen kabile başkanları bulunuyordu. Bu koşullarda azınlıkta olan

Müslümanların, bütün işlerinde bağımsızlaşmış kabilelerle ortak bir

yönetimde anlaşmalarının yolu, elbet ki onlara kendi özyönetimlerini

verecek bir model çerçevesinde olacaktı.

Bu zor şartlar altında Peygamber, bütün kabile başkanlarını toplantıya

çağırarak onlara konfederasyona dayalı bir kent devleti kurmayı

önerdi. Dolayısıyla, üstü örtülmeye çalışılan gerçek, Medine sözleşmesi ile

kurulan yönetimin bir konfederasyon olduğudur. Sadece bu özellik dahi,

Medine'de yaşama geçirilen sistemin, her inanç grubunun kendi coğrafi

bölgesinde yaşamasıyla işleyebilen bir yönetim olduğunu, aksi halde

pekçok zorlukla karşılaşılacağını ortaya koymaktadır. Diğer bir ifade

ile çok hukukluluğu önerenler, Türkiye'de de bir konfedersayon kurulmasını

isteyip, istemediklerine açıklık getirmemektedirler.

İkinci olarak, ayırımın özü, inanç esasına dayanmaktaydı. Müslümanlar,

Yahudiler, putperest Araplar ve az sayıda Hıristiyan'dan oluşan Medine

halkı, hukuk konusundaki seçimini dine dayalı olarak yapmaktaydı.

Oysa Türkiye'de dine dayalı bir hukuk ayırımının temel alınmasının

mümkün olamayacağı, alınması halinde ise çok parçalı bir tablo ile

karşılaşılacağı açıktır. Herşeyden önce laik-anti laik ayırımı, dine dayalı

bir ayırım olmayıp, siyasi tercihi belirleyen bir ayırımdır. Toplumun bir

kesiminin kendisi için din hukukunu seçmesi halinde, geriye kalan

çoğunluğun seçeceği beşeri hukukla, din dışı sayılması gibi bir çarpıklık

ortaya çıkacaktır ki, kanımızca asıl amaçlanan da budur. Bunun yanısıra

peygamber zamanında mevcut olmayan mezhep ayırımı, bugün mevcuttur.

Her mezhebin İslam Hukukuna ilişkin yorumları ise farklıdır. Çok

hukukluluk karşısında Türkiye'de yaşayan müslümanlar sünni, alevi, caferi vs.

gibi dallara ayrılarak, her biri farklı bir hukukla temsil edilmek mi

isteyecektir?

İş bununla da bitmemektedir. Türkiye'de çok hukukluluğun talepcisi

olacak başka gruplar da mevcuttur. Örneğin etnik gruplaşmaların önünü

açan sistem, Kürtleri İslam hukuku içine mi alacak, yoksa onların Kürt

Federe Devleti kuma taleplerine farklı bir hukuki statü mü tanıyacaktır?

Ermenilerin bu konudaki talepleri ne olacaktır? Hiç olmayan bir

Hıristiyan hukukunu mu yoksa özerk yönetimi gerçekleştirmek için beşeri

hukuku mu seçeceklerdir? Ya Bahailer, Yehova Şahitleri, Ortodoks,

Protestan, Katolikler? Kısacası Türkiye'yi parçalamak için bundan uygun bir

öneri olmasa gerek.

Üçüncü ve en önemli husus, Medine Sözleşmesi ile başlatılan sistemin,

belli bir dönem için geçerli olduğu, daha sonra uygulanamadığıdır.

Medine'nin farklı inanç grupları arasında yer alan müşrikler, yani

putan tapanlara sözleşme ile birlikte tanınan özgürlük, daha sonra ortadan

kaldırılmıştır. Medine'de gelen Tevbe suresi, bu konudaki anlaşma hükmünün

iptalini açıkça anlatmaktadır. Allah ve Resulünden, andlaşma yaptığınız

müşriklere ihtardır diye başlayan sure, dört ay içinde Allahın bir olduğunu

kabul etmedikleri takdirde öldürüleceklerini bildirmektedir.

Tevbe suresinin 2. ayetinde bu süre açıkça belirtilmiştir. Dört ay

yeryüzünde dolaşın, bilinki siz, Allah'ı aciz bırakamazsınız ve Allah,

kafirleri rezil edecektir. Müşriklerin tevbe etmeleri ve İslama

dönmeleri halinde öldürülmelerine gerek yoktur. Ancak İslamı kabul

etmeyenlerin öldürülmeleri Kuran'da emredilmektedir. Haram aylar çıkınca

Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün; onları yakalayın,

hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları bekleyin. Eğer tevbe ederler,

namazı kılarlar, zekat verirlerse yollarını serbest bırakın. (Kuran-ı Kerim;

Tevbe suresi/5)

Söz konusu durumu günümüz şartlarına uyarlayacak olursak, Siyasal

İslamcılara göre çağdaş müşrikler, laik ve Kemalistlerdir. Çok hukuklu

bir yapıya geçişle, laiklerin İslam Şeriatına ilişkin uygulamalardan

etkilenecekleri ve kendi iradeleriyle zaman içinde şeriatı seçecekleri

umulmaktadır. Ancak şüphesiz ki bunun bir bekleme süresi vardır. Kemalist

laikler, böyle bir tercihe yönelmedikleri zaman ne olacaktır? Tevbe

suresinin 5. ayeti mi uygulanacaktır?

Sistemin işleyişine ilişkin sorular da pek çoktur. Örneğin yargı nasıl

yapılanacak? Her din ya da özerk yönetimin mahkemesi, savcısı, yargıcı,

avukatı ayrı okullarda mı eğitilecek? Farklı hukuku seçen bireyler

arasındaki ilişkiler nasıl çözümlenecek? Bireysel seçme özgürlüğü olarak

tanımlanan sistemde ailenin bireyleri farklı hukuk alanlarını seçerse,

aile ilişkiler nasıl, hangi hukuku esas alarak sürdürülecektir?

Maliye hangi hukuka göre teşkilatlanacak? Vergi nasıl toplanacak?

İslam hukukunu seçen zekat verirken, laik hukuku seçen vergi mi

verecektir?

Ekonomide hangi ilkeler esas alınacak? İslam ekonomisine göre faiz

yasaklanırken, liberal ekonomide faiz mi uygulanacak? Aynı topraklarda

içiçe yaşayan insanlar vatandaşlık olgusunu yitirince nasıl bir kör döğüşü

yaşanacaktır?

Toplumda bireylerin birbirine yabancılaşması ve kaos ortamının

yaratılmasından kimler, ne gibi amaçlar bekliyorlarsa, şüphesiz çok

hukukluk bu amaçlara vefasızlık etmeyecek bir tercih olacaktır.

Sonuç son derece açıktır. Çok hukukluluk, hukuk devletinden güç alan

demokratik rejimin zaafa uğratılarak, yıpratılması ve din devletine

kolay bir geçiş yapılması dışında hiçbir amaca hizmet etmeyecektir.

Üçlü Meşruiyet

Yukarıda bahsi geçen girişimler de dikkate alındığında, Siyasal İslami

Hareketin ortaya çıkışı ile birlikte, Türkiye'de ikili değil, ancak üçüncü

ayağı gizli, üçlü bir meşruiyetin varlığından söz etmek mümkündür. İlk

ikisi Kemalizm ve demokrasi olarak yasal bir serbestiyet içinde hareket

ederken, üçüncüsü devletin güç kaynağı olarak Tanrısal iradenin temsilcisi

olan dini aracı kılmak isteyen Siyasal İslam Hareketidir.

Bu üçlü yapı içinde yaşanan çatışma Türkiye'deki demokratikleşme

sürecinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Demokrasiye geçiş

süreci içinde zamanla eriyecek olan anti demokratik bazı ilkelerin,

demokrasiyi korumak amacıyla varlıklarını sürdürmeleri zorunluluğu,

Türkiye'ye özgü koşulların bir ürünüdür.

Devletin, yegane güç kaynağı olarak halkın iradesini kabullenebilmesi

için, demokratik rejimi tehdit eden ve halkın inancından güç alan

Siyasal İslam Hareketinin oluşturduğu tehdidin demokratik süreç içinde

etkinliğini yitirmesi mi gerekmektedir? Yoksa Türkiye, her türlü riski göze

alarak, demokratikleşme sürecini gerçek anlamda başlatmalı mıdır?

Bu, cevaplanması güç bir sorudur. Yükselen Siyasal İslamın Türkiye'yi

Kemalizm'le demokrasi arasına sıkıştırmış gibi görünmesi, durumun

ciddiyetini ortaya koymaktadır. Ne var ki, demokratik sistem ve

hukuk devleti içinde bu sorunlara çare üretmek de mümkündür. Zira

demokrasi, her koşula uygun çözümlerin de üretimine imkan veren bir rejimdir.

Demokratik Çözümler

Siyasal yolla iktidara gelmeyi amaçlayan İslami Hareketin halktan

aldığı desteğin sebeplerini incelemek gerekir. Öncelikle Türk insanı yıllar

süren ekonomik istikrarsızlıktan, gelir dağılımındaki adaletsizlikten,

sosyal sınıflar arasında giderek büyüyen yaşam düzeyi farklılıklarından ve

yeteneksiz siyasetçilerden yorulmuştur. Bu yorgunluk ekonomik ve

siyasal düzene olan güven duygularını da sarsmıştır. Son çareyi kendisine

adil bir düzen vaad eden bir başka siyasal partiyi denemekte

aramaktadır. Bu siyasal parti onun manevi duygularına, kutsal bildiği

kavramlar aracılığı ile seslenmekte, yıllardır boyun eğdiği fakat eğerken de

ezildiği Batı dünyasına kafa tutmakta, ahlak ve adalet vaad etmektedir.

Siyasi görüşleri refah düzeylerine endeksli olan bir halk çoğunluğu için, bu

alternatifi de denemek, hiç de yadırganacak bir tutum olmasa gerek....

Oysa söz konusu partinin vaad ettiği ekonomik düzen tamamiyle ütopiktir.

Necmettin Erbakan'ın Adil Düzen adlı kitabıyla (Daha fazla bilgi için

Bkz: Necmettin Erbakan; Adil Düzen, İzmir, 1991) yayınladığı ekonomik

görüşleri, ciddiye alınmadığı ve Erbakan da sürekli tartışmaktan kaçtığı için

kamuoyu tarafından bilinmemektedir. Takas ekonomisini öneren, parayı

vakıf senedine dönüştüren, vergilerin üretilen mal cinsinden toplanmasını

esas alan, çalışmadan ve prim ödemeden sigortalılık ve emeklilik

haklarını getireceğini, herkesi sigortalı yapacağını vaad eden, serbest

piyasa ekonomisini savunurken, merkeziyetçi ve devletçi bir anlayış

sergileyen bu garip ekonomik düzen, adil sloganı altında halkı

aldatmaktadır. Ekonomik görüşleri tartışmaya değecek kadar bile ciddi kabul

edilmeyen bir lider, bugün Türkiye'yi yönetmekte ve ulaştığı oy potansiyeli,

onun ekonomik düzenini tartışmayı dahi kendilerine yediremeyen aydınları

kara kara düşündürmektedir.

Bu siyasi partiyi denemeyi göze alan halkın çoğunluğu ise, oy

pusulalarındaki tercihlerini İslami görüş lehine kullanırken acaba bir İslam

Devletinde yaşamak yolunda tercihte de bulunmuşlar mıdır? Geçmişte merkez

sol partilere ya da liberal partilere oy veren bir büyük grubun, İslam

devletine bilinçli şekilde onay verdiğini düşünmek için hiçbir sebep

mevcut değildir. Nitekim yapılan kamuoyu araştırmaları, R.P.'ne oy veren

seçmenlerin sadece yüzde 20.9'unun dini değerleri savunduğu için bu

partiye oy verdiğini ortaya koymaktadır. O halde durum değerlendirmesi

yaparken varılan ilk sonuç, İslamın siyasal yüzünün Türk halkı tarafından

bilinmemesidir. Bu bilinmezlikte geçmiş yıllarda devletin zorla

bireyselleştirdiği İslam dinine ilişkin telkinleri kadar, siyasi partilerin

örtülü amaçlarla hareket etmeleri de etken olmaktadır.

O halde, İslamiyetin ikinci yüzü olan Siyasal İslamın kamu oyuna

açıkça anlatılmasına ihtiyaç vardır. Bu konuda kamuoyunu bilgilendirmek ise

laiklik ve demokrasiye bağlı aydınların görevidir. Zira Siyasal İslamı

yaşama geçirmek isteyenler, T.C. Anayasasının din devleti kurulmasına kapalı

olduğunu bildikleri için, gerçek amaçlarını açıkça ifade etmek yerine, yine

İslam'dan aldıkları güçle takiyye yapmaktadırlar. Al-i İmran suresinin 28.

ayetinde Müminler, inananları bırakıp kafirleri dost edinmesin. Kim böyle

yaparsa Allah ile bir dostluğu kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden)

korunmanız başka. (Şerlerinden korunmak için dost gözükebilirsiniz).

denilmektedir. Prof. Süleymen Ateş'in bu konudaki Kuran Tefsiri açıklaması

aynen şöyledir: Ancak korunmanız başka cümlesi özetinde çok durulmuştur.

Bu cümleden takiyye hükmü çıkarılmaktadır. Takiyye, birinin kötulüğünden

korunmak için, asıl inancını gizlemek anlamına gelir. Bazı müfessirlere göre

tehlikeli olan her durumda takiyye caizdir. Kafirlere karşı takiyye ile

hareket edilebileceği gibi, müslümanlar birbirlerine karşı da takiyye

uygulayabilirler. Buhari, Ebu'd-Derda'nın şu sözlerini naklediyor. Biz,

bir takım insanların yüzlerine karşı güleriz, fakat kalplerimiz onlara lanet

eder. Bu ifadeler bir İslamcı bilim adamına aittir. Siyasal İslamın din

devleti kurmak, laikliği kabullenmek, demokrasi içinde yol almak, hatta

Batı dünyasına sempatik görünmek yolundaki uygulamalarını takiyye olarak

yorumlamamak için hiçbir sebep yoktur. Bundan dolayı halkın Siyasal

İslamın amaçları konusunda bilgilendirilmesi görevi laik düşünceye

inananlara düşmektedir.

Laik kesimin öncelikle dinin siyasal amaçları ve şeri hukuk konusunda

bilgisizce sürdürdükleri inkardan vaz geçmeleri, dini, dincilere

öğretmek gibi gülünç uğraşları terk etmeleri ve İslamın siyasal bir din

olduğu gerçeğini kabullenmelerinin zamanı çoktan gelmiştir. Müslüman olduğunu

kabul eden herkes, dinin sadece Tanrı inancı, ahlak ve ibadet öğreten

bir kurum değil, siyasal ve sosyal bir devlet düzeni getiren bir kurum

olduğunu da bilmek zorundadır. Bunu bilerek Siyasal İslama onay verenler

olacağı gibi, bu onayını geri çekenlerin de olacağı açıktır. Halkın

bilgilenme hakkını engellemek ne dinle ne de demokrasi ile bağdaşır bir

durumdur.

Sosyal adaletsizlik Türk toplumunun yumuşak karnı haline gelmiştir.

Din ise sosyal adaleti sağlayacak önemli düzenlemeler içermektedir.

Bu nedenle Sosyal Hukuk Devletinin yetersiz bıraktığı sosyal adalet

uygulamalarına karşı, Din Devletinin alternatif olması kaçınılmazdır.

Adil Düzen çağrısının içi boş bir slogan olmakla birlikte halkı

etkilemesinin sorumluluğunu, sosyal adaleti sağlamaktaki acizlikte aramak

gerekmektedir. Oysa Sosyal Hukuk Devleti, sosyal adaleti sağlayacak geniş

bir kurumsal yapıya sahiptir. Üstelik dinde nefsani denetimini sağladığı

kabul edilen, iman ve ibadetle bütünleştirilerek insanın vicdanına terk

edilen sosyal adalet (zekat, fitre vs. ), sosyal devlette kurumlar

aracılığı ile hayata geçirilmektedir. Ancak Türkiye, dünyada esen liberal

rüzgarların da etkisiyle henüz tam olarak hayata geçiremeden, sosyal devlet

ilkesinden sapma göstermiştir. Baba devlet, koruyucu devlet imajı hızla

silinmektedir. Bireyi kendi sorunları ile yüzyüze bırakan liberal devlet

anlayışı ise Türkiye koşulları açısından ciddi tehlikeler taşımaktadır. Bu

nedenle devletin yeniden baba fonksiyonun üstlenmeye başlamasına ve

kurumsal yapıya, sosyal adaleti sağlayacak biçimde destek vermesine

ihtiyaç vardır.

Dünyada yaşanan çeşitli örneklerin de ortaya koyduğu gibi, feodal yapı,

devletle halkın yabancılaşmasına yol açmaktadır. Özellikle Güney Doğu

Anadolu, bu açıdan üzerinde titizlikle durulması gereken bir bölgedir.

Devletin halka yabancılaşması ve halkın feodal aracılar vasıtasıyla

devletle ilişkiye girmesi, sivil yapılanmalar için uygun bir ortam

yaratmaktadır.

Aşiret yasaları, aşiret reislerinin siyasal görüşlerini, devlete

altematif ve devletten güçlü olarak halka benimsetmesine yol açmaktadır.

Güney Doğu Anadolu, yasa dışı İslamcı terör örgütleri için, etnik

ayrılıklardan da yararlanılabilecek uygun bir ortam teşkil etmektedir. Bu

nedenle devlete aracılık fonksiyonu üstlenen feodal yapının egemen

unsurlarının devre dışı bırakılarak halkla devlet arasındaki yabancılaşmanın

giderilmesi, dinin siyasal amaçla kullanımının önlenmesi açısından gereklidir.

Bunun için atılacak ilk adım, aşiret hakimiyetini kıracak olan toprak

refomunu hayata geçirmek olacaktır. Söz konusu önlem, kırsal kalkınma ve

gelir dağılımı adaleti açısından da önem taşımakta ve din duyguları güçlü

kırsal bölge halkının, ekonomik sorunlarının provokasyonu ile dinci grupların

etkisi altına girmeleri önlenmiş olacaktır.

Ekonomik istikrarsızlık, özellikle terörün de devreye gimesi ile hız

kazanmıştır. Ekonomik istikrarsızlığın sosyal dengeleri de olumsuz

etkilediği açıktır. Türkiye terörle mücadelenin yanısıra ekonomik ve sosyal

hayatını düzene sokacak siyasal istikrara da muhtaçtır. Siyasal

istikrarsızlıktan kurtulmanın yolu, halkın özlemini çektiği yeni bir siyasal

yapılanma ile mümkündür. Siyasette yeniden yapılanma, siyasi partilerin

lider partisi olmaktan, kadro partisine dönüşümleri ile sağlanabilir.

Kadro partileri, daha nitelikli, bilgili ve deneyimli insanların siyasete

girmelerini teşvik açısından da önemlidir. Siyasal alandaki yeniden

yapılanma, halk için yeni bir umudu, ekonomik sorunların çözümü, sosyal

adaletin sağlanması için de yepyeni fırsatları beraberinde getirecektir.

Böylece Türkiyenin çevresine örülen ve Siyasal İslamı yegane alternatif

gibi sunan çaresizlik halkasının kırılması mümkün olabilecektir.

Türk insanı yıllardan sürdürülen Batı hayranlığı, Batı ile yapılan ekonomik

ve sosyal kıyaslamalar nedeniyle gizli bir ezilmişlik duygusu içindedir.

Siyasal İslamla birlikte, Batıya bir başkaldırı yaşarken, kırılan onurunu

onarmakta, mensup olmaktan heyecan duyacağı, kimlik bulacağı yer olarak da,

İslamı tek alternatif olarak görmeye başlamaktadır. Bu mensubiyet duygusundan

tadılan tatminin en fazla yaşandığı ortamlar ise tarikatlar olmaktadır.

Bu nedenle Türk toplumunun başarıları tadmaya, ulusal onurunu yüceltmeye,

dünyanın saygın bir ülkesinin ferdi olma hazzını yaşamaya ihtiyacı vardır.

Bunu da sağlamanın ilk adımı siyasal ve ekonomik istikrarın izleyeceği

sosyal ve bilimsel yaşamdaki canlanmadır.

Türk aydınının halktan kopukluğuna karşılık, din elitinin halka yakınlığı

da İslami Hareketin güç kazanmasında önemli bir etkendir. Laik aydınların

halkla paylaşılacak ortak temalar bulması, halkla yakınlaşması ve

onun hizmetinde olduğunu hissettirmesi son derece önemlidir.

Şüphesiz ki eğitimdeki atılımlar, fikri paylaşımı ve dolayısıyla bütünleşmeyi

hızlandıracak ve Türk insanının, bu milletin ferdi olmaktan onur

duymasını kolaylaştıracak bir yoldur, fakat yeterli değildir. Eğitimin

yarattığı sınıf farkının halka hizmetle dengelenmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

Özellikle laik düşünceyi benimsemiş sivil toplum örgütlerinin bu bütünleşmeyi

sağlayıcı yoldaki faaliyetlerine hız vermeleri gerekmektedir.

Türkiye'de demokrasinin teminatı olan laiklik ilkesine özellikle

bazı kurumların oluşumu açısından hassasiyet gösterilmesi çok önemlidir.

Bu kurumlar içinde ordu, adalet mekanizması ve eğitim kurumları ilk

sıralarda yer almalıdır. Özellikle Yüksek Öğretim kurumlarında gençlere

siyasal İslamcı görüşlerin aşılanması, hem kadrolaşma faaliyetleri için

gerekli alt yapıyı oluşturmakta, hem de İslami cemaatlerin siyasallaşmasında

genç kadroların etkin rol almasına imkan vermektedir. Cemiyet artı Cemaat =

halk hareketi formülünün, Türkiye açısından da büyük önemi olduğu

açıktır. Bazı İslamcı gençlik örgütlerinin Beyazıt meydanında Cuma namazı

sonrasında gösteri yapma arzuları, yukarıdaki formülün provaları

olarak değerlendirilebilir. Üniversite gençliğinin İslamcı fikirler

doğrultusunda yapılandırılmasında öğretim üyeleri ve vakıfların etkin rolü

dikkate alınarak, demokıasi ve laikliğe bağlılık konusuna titizlik

gösterilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

Vakıfların siyasal İslamcı hareket içinde oynadıkları rol, oldukça etkindir.

Çünkü vakıflar, eğitim faaliyetlerinin yanısıra gençliğe burs, yurt ve iş

imkanları da sağlayarak din elitinin oluşumuna katkıda bulunmaktadırlar.

İslamcı eğitimin önde gelen vakıflarından birinin başkanı ile yapılan bir

röportaj gerek dine bakış açısının anlaşılması, gerek faaliyetlerin

kapsamı bakımından kamu oyunu aydınlatıcı niteliktedir. Bu röportajda

vakıf başkanı Modern toplumdaki nihai hedef sapması dini, herhangi

bir sosyal kurum olarak ele alma yanlınlığından kaynaklanıyor... Halbuki

İslam'da din, bir yaşam tarzıdır. Hayatın kendisidir, hayattan bir

parça değildir.... Din eğitimi diye bir şey olamaz. İnsan hayatının

herşeyi dindir... İmam Hatip ve İalahiyatlar modern eğitimin bir parçası

olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu iki eğitim kurumunda da din, hayatın

kendisi değil, bir parçası olarak veriliyor. Yani dini bilgi hayatamızı

yönlendiren bir olgu olarak değil, varolan bilgi kategorilerinden sadece

biri olarak veriliyor. Bu sekülarizmdir ve bu aydınlanmacı kafadır...

Bilimsel anlayışa göre, dinin ve bilimin kendine ait alanları vardır...

Halbuki ashab, öznel alan ve alan düalizmine sapmamış bilgiye bütüncül

anlayışla yaklaşmıştı. İşte o zaman bilgi yaşanabilir hale gelir

demektedir. Böylece dine göre yapılandırılmış bir yaşam tarzının hedef

olduğunu kapalı biçimde ifade etmektedir.

Vakfın çalışmaları ise özellikle üniversite gençliğine yöneliktir. Vakıf

başkanı kendisinin bizzat yönettiği üç grup bulunduğunu söyleyerek, devam

ediyor. Bunlardan iki tanesi seçkin lisans öğrencilerinden müteşekkil, bir

tanesi de master ve doktora öğrencilerinden oluşan üç grupla uygulama

yapıyoruz... Bahsettiğim çalışmayı sosyal bilimler alanında yapıyoruz...

Bu inşallah önümüzdeki kısa zaman dilimi içinde açacağımız sosyal bilimler

enstitüsünün ön çalışmalarıdır. Bahsettiğimiz üç gruptan başka 20'ye

yakın çalışma grupları bulunmakta... Bizim hedeflediğimiz seviye doktora

seviyesidir. İstanbuldaki... Vakfı gençliği, doktora seviyesinde olmalıdır.

Bu ileride Türkiye geneline de yayılacak. Bunun için gençleri teşvik

ettiğimiz gibi, bizzat ellerinden tutarak oraya götürüyoruz ve bunun için

organizasyonlarımız var... İnşallah üniversitelerde, hem bizim kendi iç

bünyemizde yaptığımız eğitim-öğretim çalışmalarıyla kendimiz ve toplumumuzun

özüne uygun bir eğitim modeli ortaya çıkaracağız.

Türkiye'de sayıları son yıllarda büyük bir hızla artan İslamcı vakıfların,

Siyasal İslamın yapılanmasına büyük katkıda bulundukları açıktır. Modern

hukuk devletinin savunusunu yapanların da laik düşünceyi temsil eden sivil

toplum örgütlerine daha büyük destek vermelerinin, Türkiye'nin geleceği

bakımından önem taşıdığı ortadadır.

Bu konuda basiretli davranması gereken bir diğer kurum ise medyadır.

Medyanın kamuoyunu bilinçlendirmedeki rolü son derece önemlidir. Ancak

laiklik ilkesine olan bağlılığından asla kuşku duyulmayacak olan

bazı büyük medya kuruluşlarının, laiklik ve demokıasiye olan bağlılıklarını,

rating savaşlarının önünde tutmayı da ulusal bir görev kabul etmeleri

gerekmektedir. İslami Hareketin oyun alanı içinde sürdürülen ve hukuk

devletinde yaşanıldığını neredeyse unutturacak boyuta gelen fikir tartışmalarında,

Türk halkı çoğu halde tarikatçılarla, şeriatçıların görüşleri arasında

bir tercih yapmaya itilmektedir. Laikliği savunan aydınların

İslamiyet konusundaki bilgisizlikleri ise, hemen her programda Siyasal

İslamın tartışmadan zaferle ayrılmasına yol açmaktadır. Türkiye'nin içinde

bulunduğu durumun hassasiyeti, medya kuruluşlarının da maddi çıkarlarının

önüne milli çıkarları almalarını zorunlu hale getirmiştir.

Dini, ahlakla özdeşleştiren bir anlayışın yaygınlığı nedeniyle, Siyasal

İslamın daha dürüst bir topluma kapı açacağı inancı, halkın oylarını yönlendiren

en önemli sebeplerden birini teşkil etmektedir. Bu nedenle demokratik süreç

içinde halkın siyasal iradesi, İslami görüş lehine bir artış gösterirken, bu

tercihin din devletine değil, dürüst ve refah içinde bir toplum özlemine

yöneldiği çok açıktır. Ancak halkın iradesinden güç alan Siyasal İslamın, bu

iradeyi İslam devleti lehine kullanacak bir çoğunluğa kavuşması halinde

Türkiye anti demokratik bir sürece adım atma tehlikesi ile yüzyüze gelebilir.

Bu sebeple temiz toplum yolunda başlatılan mücadelenin kamu oyunu tatmin

edecek biçimde sonuçlandırılması önem taşımaktadır. Türk halkının, demokratik

rejimin temiz bir topluma ulaşmayı sağlayacak güçte olduğuna inanması,

alternatif rejimlere özenmemesi bakımından büyük önem taşımaktadır.

Demokrasiden ödün vermeden, halkın iradesini üstün kılarak yürümenin yolu,

kamuoyunu İslam devleti konusunda bilgilendirmekten ve dürüst, refah toplumu

beklentilerine siyasal dini hareket dışında da güvenilir alternatifler

sunmaktan geçmektedir.

Siyasal İslama duyulan tepkinin temel sebebini açıkça ortaya koymak

çok önemlidir. Bu tepki, dine değil, din devletine yönelik bir

tepkidir. Bu nedenle devletle halkı karşı karşıya getirmek için ceberrut

devlet imajından yararlanan Siyasal İslamcı çevrelere karşı, devletin halkla

barışması, demokratik rejimin devamlılığı bakımından çok önemlidir. Halkı,

devlete karşı kışkırtmanın en etkin yöntemi ise, halkı bölerek, devleti bir

kesimin koruyucusu, diğerinin celladı gibi gösterme girişimleridir.

Bu konuda kullanılan başlıca motifler ise başörtüsü, mesai saatlerinin

düzenlenmesi, din eğitimi gibi halkı da yakından ilgilendiren konulardır.

Bu sorunların Siyasal İslamcıların istekleri doğrultusunda çözümlenmesi

halinde talepler son bulacak mıdır? Kesinlikle bulmayacaktır. Çünkü amaçlanan,

devletin halkla barışması değil, kavganın sürmesi ve İslam Devleti

Modelinin hayata geçirilmesidir. Ancak bu sorunlara devletin sıcak ve

şefkatli yaklaşımı, sorunları sürekli kılarak halkı kışkırtmak isteyenlerin

gerçek yüzlerinin halk tarafından tanınmasını kolaylaştıracaktır.

Burada sorulması gereken temel bir soru vardır. Bu soru, korunulması

gereken temel ilkelerin neler olduğu sorusudur. Korunulmasında öncelik

taşıyan esas, hiç şüphe yoktur ki, demokratik sistemdir. O halde,

mevcut talepleri, demokratik sistemle bağlantılı olarak değerlendimeye

almakta yarar vardır. Taleplerin demokratik sistemle bağlantılı olarak

değerlendirilmesi halinde resmi ideolojiden ödün vermeden bazı çözümler

üretilmesi de mümkün olabilecektir.

Başörtüsü, Türkiye'nin kronikleşmiş bir hastalığı haline dönüşmüştür.

Siyasal İslamcılarca en fazla istismar edilen konu durumuna

getirilmiştir.

Oysa başörtüsü Türkiye'de yaşayan kadınların çok küçük bir bölümünü

ilgilendiren bir konudur. Ülkemizde istihdam edilen kadınların

sadece yüzde 5,6 sı, toplam kadın nüfusun ise, yüzde 1.2 si devlet memurudur.

Devlet memuru olanlar içinde ise çok küçük bir bölüm, başını örtme talebinde

bulunmaktadır. Başörtüsü ile ilgili kıyafet yönetmeliği ise sadece devlet

memuru olan ve 657 sayılı kanuna tabi bulunanlar için yürürlüktedir. Bu

nedenle başörtüsünü, Türk kadının sorunu olarak sunmak, ciddi bir yanıltmacadır.

Zira tarımda, özel sektörde ya da serbest meslekte çalışanların ya da hiç bir

işte çalışmayanların başlarını örtmeleri ya da örtmemeleri ile ilgili

herhangi bir baskı, ya da yasal düzenleme mevcut değildir.

Ancak demokrasi, azınlığın haklarına da çoğunluğun hakları kadar titizlik

gösteren bir rejimdir. Bu nedenle başörtüsü, ibadet özgürlüğü biçiminde

takdim edilmekte ve devlet, bu özgürlüğü kısıtlayan bir kurum olarak

yıpratılmaktadır.

Oysa ortada açıkça varolan gerçek, başörtüsünün ideolojik amaçla kullanılmakta

oluşudur. Kaldı ki, başörtüsü sadece Türkiye'de değil, tüm İslami

Hareketlerde de bir sembol olarak kullanılmıştır. İran Devrimini hazırlayan

olaylar içinde, 1962 de Şah tarafından hicabın yani örtünmenin

kaldırılması ve kadınlara erkeklerle birlikte toplumun ön saflarında

yer alma imkanı tanınması köktendincilerin büyük tepkisini çekmiştir.

Kadınlara tanınan bu özgürlüğü, kadınların yüksek mevkileri ile şereflerine

aykırı, ahlaksızca ve dinsizce bulan köktendinci zihniyet, hicabı hareket

içinde bir sembol olarak kullanmıştır. Örtünmüş kadınların örgütlenerek köy

ve kasabalara kadar yayılması ile başlayan hareketlerin, devrimin

hazırlık döneminde önemli bir etkinliği olmuştur. Çarşaf ve başörtüsünün

Cezayir, Afganistan örneklerinde de İslami Hareketin sembolü olarak

kullanıldığı görülmektedir. Türkiye'de özellikle son onbeş yıl içinde

başörtüsü ile ilgili taleplerin artış göstermesi, Siyasal İslamın

yapılanmasına paralel bir gelişim içindedir.

Başörtüsü konusunda Türkiye'de süregelen tartışmalar, halka benimsetilmeye

çalışılanın tam tersine bir durumun varolduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye'de

söylenildiği gibi devletin halka değil, fakat Siyasal İslamcıların devlete

dayatması mevcuttur. Yıllardır süregelen Devlet Memurları Kıyafet

Kararnamesini, sanki tüm kadınların ibadet özgürlüğüne müdahale imiş gibi

göstererek, halkı devlete karşı kin duyguları ile doldurmak, rejimle mücadele

etmenin etkili bir metodu olarak kullanılmaktadır. Devlet, kadının ahlakına,

şerefine ve dinine göz diken bir duruma getirilmek istenmektedir. Başörtüsü

artık bırakalım Yüksek öğretim kurumlarını, ortaöğretime de girme girişimleri

içindedir. İmam Hatip Liseleri, bu konuda bir model oluşturmakta, klasik

liselere giden öğrenciler, artık bu okulların kapısını da başlarını örterek

zorlama girişimlerinde bulunmaktadırlar. Bunun sonucunda Türkiye'nin

çehresi değişmektedir. Bu çehre, zaman içinde İslam ülkesi görüntüsüne

bürünmeye başlamıştır. Daha da önemlisi, Türk halkı ikiye parçalanmaktadır.

Gençlik, birbirine yabancılaşmaktadır. Toplum ikili bir yapıya bürünmektedir.

Taraflar, artık sadece kıyafetlerine bakarak birbirlerini ayırd etmeye,

kendinden olanla olmayanı teşhise başlamışlardır. Zira başörtüsü ile başlayan

ayırım sarığa, sakala, diğer dini addedilen kıyafetlere de sirayet etmiştir.

Anadolu kültüründe olmayan, kırsal kesimde rastlanmayan kıyafetlerin

kentlerde yaygınlaşmasını, dini vecibe gibi masum isteklere bağlamak ne

kadar mümkündür? Kıyafet konusundaki ısrarcılıktan anlaşılan odur ki, bu

bir İslami üniformadır. Bunun temelinde de İslami Kimlik arayışı yatmaktadır.

Gözle görülen bütün bu gerçeklere rağmen, başörtüsünün ya da İslami

addedilen kıyafetlerin yasalarla engellenmesi mümkün değildir. Zira

bugünkü görüntü, yılların ürünüdür. Temelinde de eğitim yatmaktadır.

Türkiye'de uygulanan eğitim politikalarının nasıl bir zaafiyet içinde

olduğu, cehaletin boyutları, ezberci eğitimin ürünleri bugün Türkiye'de

yaşanan tablo ile kanıtlanmıştır. Hiçbir amaca hizmet etmediği açıkça

görülen ve düşünceye ipotek koyan eğitimin sadece sistemi bakımından değil,

felsefesi bakımından yeniden yapılandırılmaya muhtaç olduğu açıktır. Bu

nedenle, Türkiye'nin sorunu kökü geçmişe uzanan bir sorundur. Çözümünü

yasalarda ya da dayatmacı anlayışlarda aramak da boşunadır.

O halde kısa dönemde devletin yapması gereken, halkla barışmaktır.

Bu nedenle de başörtüsü ile ilgili yeni bir düzenlemeye gidilmesine

ihtiyaç vardır.

Bu düzenleme ne olabilir? Bununla ilgili pekçok model üretilebilir

ancak ilk akla gelenlerden biri, belki devleti birinci derecede

temsil eden memuriyetler, eğitim ve yargı kurumları dışında başörtüsü

uygulamasına nisbi bir rahatlık sağlanmasıdır. Bu belki bir iyi niyet

gösterisidir. Ancak bu iyi niyetin gösterilmesine ihtiyaç duyulan günlerde

yaşamaktayız.

Elbette yukarıda sözü edilen öneriler de sorunları çözmeyecektir. Ancak

daha ileriye gidecek olan talepler, devletin laik niteliği ile

bağdaşmayacağı için kabulü mümkün olmayan talepler olacaktır. Zira laik

devlette, devleti birinci derecede temsil fonksiyonu üstlenenlerin dini bir

kisve ile hizmet görmeleri kabul edilemez bir durumdur.

Mesai saatlerinin ibadet saatleri dikkate alınarak düzenlenmesi

ise belki başörtüsü sorunu ile kıyaslanıldığında daha kolaydır. Ancak bu

kolaylık sadece yoğun bir istihdama sahip bulunan devlet çalışanları için

söz konusudur. Kaldı ki özel sektörün bu konudaki tercihleri, tamamen

özel sektör yöneticilerinin yetkisine bırakılmalıdır. Ancak devlet memuru

olarak çalışanların, modern çalışma yöntemlerinden olan esnek çalışma içinde

hem daha verimli, hem daha kesintisiz bir hizmet anlayışı içinde

hemde din istismarcılarını susturacak uygulamalara yönelmeleri mümkündür.

Bu konuda uygulanabilecek olan model, Kayan İş Süresi modelidir. Kayan iş

süresi; işe başlama ve paydos zamanlarını, ortalama günlük

çalışma süresini aşmamak ve altında kalmamak koşulu ile çalışanın belirleyebilmesidir.

Bu sistem içinde çalışan işe başlama ve bitirme saatlerini belli bir zaman

dilimi için, ve önceden işverene bildirme koşuluyla kendisi

belirleyebilmektedir. Bu modelden hareketle, Türkiye'deki sorunun nasıl

çözümlenebileceğini irdeleyelim:

Çok fazla personel istihdam eden devlet dairelerinde, çalışacağı ve öğle

tatiline çıkacağı saatleri iki ana grup üzerinden belirleme hakkı

çalışanlara verilebilir. Bir grup, öğle tatili saatlerini namaz

vakitlerine göre tayin ederken, diğerleri onların öğlen tatilinden

dönüşünden sonra ya da çıkmadan önce öğle tatiline çıkabilir. Bu sistemin

uygulanması halinde devlet daireleri bazı bankaların uygulamaya soktuğu gibi

kesintisiz hizmet vererek halkın devlet daireleri kapılarındaki uzun

bekleyişlerine de çözüm getirebilirler.

Aynı uygulama, iftar saatleri için de geçerlidir. Kesintisiz

hizmet anlayışından hareketle akşam erken çıkacak olanlar ya sabah daha

erken iş başı yaparak ya da öğle tatiline çıkmayarak halka daha uzun süreli

ve kesintisiz hizmet sunabilir, aynı zamanda da dini ibadetlerini

rahatlıkla yerine getirebilirler.

Bu önerinin pekçok devlet dairesinde uygulamaya geçirilmemesi için

hiçbir sebep yoktur. Bunu uygulamaya geçirmeyi, Atatürkçülükten sapış

ya da dinci ideolojilere verilen bir taviz olarak değerlendirmek

de son derece yanlıştır. Belki yakın bir gelecekte, hizmet anlayışındaki

değişmeler, halka sunulan hizmetin kalitesinin artırılması ve çalışanların

zamanı daha prodüktif kullanmaları için pekçok esnek çalışma modelini Türk

çalışma hayatına sokacaktır. Bu modeli, çalışanlara sunulan bir hizmet

olarak değerlendirmek, en doğru yaklaşım olacak ve bu modelden sadece

ibadet için değil, başka zorunlu ihtiyaçlar için de pekçok çalışan ve

özellikle de kadın işgücü yararlanacaktır. Unutulmamalıdır ki Türkiye'nin

gerilimleri tırmandırmaya değil, çözmeye ihtiyacı vardır.

Tartışılan üçüncü sorun ise din eğitimidir. Din eğitiminin iki boyutu

vardır. Bunlar, İmam Hatip Liseleri ve Kuran kurslarıdır.

İmam Hatip Liseleri, her şeyden önce meslek okulu statüsü içinde

açılımş bulunan okullardır. Türkiye'de Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlükte

kaldığı sürece, Milli Eğitimin belirlediği müfredat dışında eğitim

veren, özel amaçlı okulların açılması mümkün değildir. Meslek okulları,

mesleki ihtiyaçlar doğrultusunda açılması gereken okullardır. Bu

kriter sadece İmam-Hatip Liseleri için değil, tüm meslek okulları için

geçerlidir.

Ancak Türkiye'de ciddi bir insangücü planlaması yapılmadığı için,

tüm mesleki ve teknik eğitim plansız ve programsız bir gelişim içine

girmiştir. İnsangücü planlaması, tüm mesleki-teknik orta öğretim ve yüksek

öğretim kontenjanlarının, sözkonusu mesleklere olan talep dikkate

alınarak belirlenmesi anlamına gelir. Bu okulların mezunları, insangücü

arzını oluşturur. Ülkenin ekonomik ve sosyal gelişme parametreleri ise,

gerekli insangücü talebinin niteliğini belirler. Buna göre mezun olanların

işsiz kalması, işyerlerinin de gereken nitelikteki işgücünden mahrum

kalması önlenmiş olur.

Türkiye, insangücü planlaması yapmadığı içindir ki, burada doğan

boşluktan İmam-Hatip Okulları yararlanmış ve kontenjanlarını alabildiğine

artırarak alternatif orta öğretim kurumu niteliğine dönüşmüşlerdir. O

halde ilk yapılması gereken, ciddi bir insangücü planlamasıdır. Bu

planlamanın hedefini sadece İmam-Hatip Okulları olarak görmek, çok yanlıştır.

Bu, Türk eğitiminde yıllardır süren başıbozuk gidişin sonu olacak,

eğitim-istihdam ilişkisi bu yolla sağlanabilecektir. Söz konusu planlama,

sekiz yıllık ilköğretime alternatif bir model değildir. Aksine sekiz yıllık

eğitime geçildikten sonra yapılması gereken bir uygulamadır. Türk Milli

Eğitiminin bu planlamanın yol göstericiliğine şiddetle ihtiyacı vardır.

Eğitimde tartışılan sekiz yıllık kesintisiz eğitim, Türkiye için hayati

önem taşımaktadır. Ancak yıllardır öğrenci sayıları giderek artırılan İmam

Hatip ortaokullarının da diğer meslek ortaokulları gibi kapatılmasının

gündeme gelmesi, konunun yıllardır askıda kalmasına yol açmıştır. Türkiye'de

ortaokul düzeyinde meslek eğitimi veren okullar, kız ve erkek teknik

ortaokullarıyla, ticaret ve turizm okulları ve İmam-Hatip ortaokullarıdır.

Diğer meslek okullarının tümünün orta kısımları daha önce kapatılmıştır.

Mesleki-Teknik orta okullar içinde İmam-Hatip ortaokullarındaki

öğrencilerin oranı ise, yüzde 85.2 dir. İmam-Hatipler dışında kalan meslek

ortaokullarına devam eden yaklaşık 44 bin öğrenci vardır. İmam-Hatip

Ortaokullarına devam edenlerin sayıları 300 bin kadardır. Bu tablo,

Türkiye'de mesleki ortaokul eğitiminin dini bir eğitime dönüştüğünü ortaya

koymaktadır.

Sekiz yıllık kesintisiz eğitimle bu okulların orta kısımların

kapatılması konusunda gösterilen tepkiyi, mesleğin altyapısının yetersiz

kalacağına duyulan endişeye bağlamak mümkün değildir. Çünkü bu okulların

orta kısmında uygulanan müfredata bakıldığında, klasik orta okullardan

farklı olarak okutulan ders sayısının sadece iki olduğu görülecektir. Bu

dersler haftada 5'er saat Kuran-ı Kerim dersi ile 3'er saat okutulan

Arapçadır. Bunun dışındaki tüm program, diğer okullarla aynıdır. Dolayısıyla

mesleğin altyapısını hazırlama bakımından bu okulların büyük bir önem

taşıdığı söylenemez. Nitekim dört yıllık İmam-Hatip lisesi öğretimi içinde.

haftada 8 saat tutan bu farkı kapatmak hiç de zor değildir. Kaldı ki, bu

fark, kapatılması imkansız bir fark olsaydı, İmam-Hatip Liselerinin kendi

ortaokulları dışından öğrenci almamaları gerekirdi. Oysa bu okullar, lise

1. sınıflara normal ortaokulu bitirmiş öğrencileri de kabul etmektedirler.

Dolayısıyla, sekiz yıllık kesintisiz eğitim konusunda süren anlaşmazlıkların,

eğitimin niteliği ile değil, ideolojisiyle bağlantılı olduğu açıktır.

Burada amaçlanan, alternatif ortaöğretim kurumları oluşturarak, belli bir

dini ideoloji ile donanmış birey yetiştirmektir.

İmam-Hatip Liselerini orta öğretime alternatif kurumlar olarak

kabul etmek ise, hiçbir biçimde söz konusu edilemez. Bunlar meslek okulu

statüsü içinde kurulmuş bulunan okullardır. Kaldı ki devletin açtığı okullar

içinde din ve ahlak bilgisi adı altında verdiği dersler, dini tanıtmak

amacına yöneliktir. Aileler, çocuklarını din konusunda bilgilendirmek

isterlerse, bunda elbetki özgürdürler. Ancak bu hizmeti alternatif bir orta

öğretim hizmeti olarak, dine karışmasından dolayı sürekli eleştiride

bulundukları devletten beklemeye hakları yoktur. Devletin din görevlilerine

maaş ödemesini yadırgayan bir anlayışın, okullarında dini eğitim yaptırmasını

istemesi büyük bir çelişkidir. Bu talep İslam Devleti için doğru ve

yerinde bir taleptir ancak laik, demokratik bir ülke için yanlış ve geçersiz

bir istek olmaktadır.

Kuran kursları ise, Diyanet İşleri Başkanlığının yetkisine verilmiş olan

kurumlardır. Bir hukuk devletinde, amaçlara hizmeti esas alan ve özel

nitelik taşıyan kurslara izin verilmesini beklemek şaşırtıcı bir

taleptir. Zira Türkiye'de ne Kuran kursu, ne de Yabancı dil, Üniversiteye,

Anadolu Liselerine hazırlık kurslarının bağımsız olarak açılması mümkün

değildir.

Yabancı dil, Üniversiteye, Anadolu Liselerine hazırlık kursları nasıl

Milli Eğitim Bakanlığının iznine tabi ise, Kuran Kurslarının da Diyanetin

iznine tabi olması son derece doğaldır. Burada tek taraflı bir tasarruf söz

konusu dahi değildir. Dolayısıyla bunu din düşmanlığı gibi göstermenin hiçbir

mantıklı yanı bulunmamaktadır.

Kuran kurslarının dikkati çekici tarafı, ilkokuldan sonra ögrenciyi eğitimden

koparan bir özellik kazanması olmuştur. Bilgi toplumuna adım atılan bir

dünyada ilkokul eğitimi ile yetinen bir topluma dönüşmek, hüzün vericidir.

Çocuğunu orta okula veya meslek okuluna göndermek yerine Kuran kursuna

göndermeyi seçen zihniyetin, çağdaş bir zihniyet olamayacağı ve gelecek

kuşakları işsizlik ve cehaletle yüzyüze bırakacağı açıktır.

Bu nedenle Kuran kursuna değil, Kuran Kursunun ortaöğretime

alternatif bir öğretim kurumu haline dönüşmesine tepki göstermek, daha

gerçekçi bir tutum olacaktır. Ailelerin eğitimden arta kalan zamanlarda

çocuklarını bu kurslara göndermelerini engellemeye yönelik hiçbir uygulamayı

doğru bulmak da mümkün değildir.

Bu nedenle Kuran Kurslarının formel eğitimden arta kalan zamanlarda

devam edilecek biçimde zamanlanmasına ihtiyaç vardır. Yaz tatillerinde,

hafta sonlarında ya da okul saatleri dışında hizmet veren bir modele

dönüştürülmeleri, bu kursların formel eğitime alternatif kurumlar

olmasını önleyecek ve dileyenlerin okul dışı saatlerde devamına da imkan

verecektir.

Türkiye aydını ve siyasetçileri ile demokrasiden fedakarlık etmeden

ve çağdaşlık çizgisinden taviz vermeden gerilimlerine çözüm üretebilecek

bir ülkedir. Ancak bu çözümlerin yolu, kesinlikle tavizsiz, inatçı,

dayatmacı politikalarla ve dogmatik kutsallık saplantıları ile bulunamaz.

İslamda Türk Yorumu

Türkiye'de İslam, uzunca süredir gündemin baş köşesine oturmuştur.

Yapılan tartışmalar, gerçek islamı tanımlamaya yöneliktir. Açıkça görülen

gerçekleri, görmezden gelerek, ya da çarpıtarak yol almak ise

imkansızdır. Ortada açıkça görülen gerçek, İslamın siyasal bir din olduğu

ve Türkiye'nin dini cumhuriyetten bu yana, farklı bir yorumla;

adeta resmileştirerek sunduğudur.

Bu noktada sorulması gereken önemli bir soru vardır. Bu, dinin

hangi amaca hizmet ettiği sorusu olmalıdır. Din bir amaç mıdır, yoksa

insanlığa hizmet eden bir araç mıdır? Bu soruya İslami bir cevap vermek

gerekirse, dinin insan için olduğunu, insanın din için var edilmediğini

kabul etmek gerekir.

Sorulması gereken ikinci soru ise, dinlerin bir sistem

getirmelerindeki sebebin ne olduğudur. İslam, insanları kendi esasları

doğrultusunda yapılandırmak, yani ahlaklı ve inançlı bireyler haline

getirebilmek için ekonomik, sosyal ve siyasal sistem getirmiştir. Çünkü

insana karakterini veren iki temel unsur vardır. Bunların biri doğası, yani

doğuştan gelen özellikleri, diğeri de yaşadığı ortamdır. Dinler yaşanılan

ortamı, kendi ahlaki esaslarının yaşama geçmesini sağlayabilecek biçimde

şekillendirerek, ahlaki devrime hız katmayı amaçlamışlardır.

Türkiye, Cumhuriyetle birlikte yani İslamiyetin doğumundan 14 yüzyıl

sonra bir tercih yapmıştır. Dinin siyasal sisteminin 14 yüzyıl sonra,

genç cumhuriyetin ve çağdaş dünyanın ihtiyaçlarına yeterince cevap

veremeyeceğine ve en önemlisi de değişime kapalı olduğuna karar vererek,

siyasal olmayan fakat ahlaki olan İslamı seçmiştir. Yani dini

bireyselleştirmiş, Allahla kul arasına indirgemiş ve Türkiye yorumu ile

insanına sunmuştur. Kimileri buna laikleşmiş din, kimileri resmi din

demektedirler.

Takılan adların pek de fazla önemi yoktur. Zira İslamın Türk yorumu,

Türk insanını ne Allah'tan, ne peygamberden ne ahlaktan koparmıştır.

Bir küçük grup dışında herkes, dinin Türk yorumuna inanarak bu topraklar

üzerinde huzurla yaşamıştır. İbadetini yapmış, camiine gitmiş, dini

bayramlarını kutlamış, hac ziyaretlerini yapmış, Kuran okumuş, okutmuş,

ölülerini dini merasimle gömmüş, kısacası dinini kutsal bilmiş ve

olabildiğince de ona uygun yaşamaya çalışmıştır.

Kısacası dinin siyasal sistemden yoksun olması topluma zarar vermediği

gibi toplumu bütünleştirici fonksiyonunu da yerine getirmiştir.

Zira İslam tarihi incelendiğinde, İslamdaki siyasal bölünmelerin, dinin

ahlaka ve imana yönelik esaslarının yorumundan değil, siyasal

sistemine ve şeriatına ilişkin yorum farklılıklarından ortaya çıktığı

görülecektir. Şeriatın farklı yorumları İslam ümmetinin farklı mezheplere

ayrılmasına, müslümanın müslümanla savaşmasına ve dinin özünün dünyevi

hırslara feda edilmesine yol açmıştır. Prof. Fığlalı'nın ifadesiyle,

Peygamberin ölümünden 30 yıl geçmeden, İslam toplumunda yok olduğu sanılan

cahiliyye döneminin çirkin kabilecilik anlayışı, zulüm, entrika ve dünyevi

hırslar dirilmeye, düzensizlik, anarşi kol gezmeye başlamıştır Dolayısıyla

İslamın anayasası olan Kuran ve onun açıklayıcısı olan sünnet peygamberin

ölümünden sonra ne temel ahlaki değerler, ne de beşeri düzen bakımından tam

olarak uygulanamamıştır. Kuran ve sünnete dönüş gibi cazip görünen

anlayışların ortaya koyduğu tablolar bile, sonuçta Kuran ve sünnete bakıştaki

anlayış farklılığını da beraberinde taşıdığı için, kendisi bir mezhep

hüviyeti kazanmıştır. (age; s.51)

Türkiye Cumhuriyeti, İslamın Türk yorumu ile siyasal İslami düzen

ve şeriatın yerine, sosyal hukuk devletinin yasalarını koyarak,

dinin toplumda ayrılıklar yaratacak, mezhep kavgalarına yol açacak

uygulamalarını engellemiş ve İslam ahlak ve imanının birleştirici ve

uzlaştırıcı özelliğinin engelsiz biçimde yaşanmasına kapı açmıştır.

Türkiye, İslamda Türk yorumunu cumhuriyetle birlikte açık biçimde

ortaya koymuştur. Ancak Türk insanının bu yorumu kabullenmesinin sebeplerine,

tarihin derinliklerinden bakmak gerekir. Türkler, İslamiyeti 10. yy'ın

başlarında kabul etmeye başlamışlardır. Bu tarihe kadar Müslüman olmamakta

direnmelerinin sebepleri Emeviler dönemindeki baskıcı, ezici ve eşitliğe

aykırı uygulamalara tanık olmaları ve Arap olmayan müslümanları, Emevilerin

azadlı köle (Mevali) sayarak, hakir görmeleri, cizye ve haraç almaları

olmuştur. (age; s.74) Müslümanlik adına sunulan bu ilkel örnekler, Türklerin

yaklaşık 3,5 yy boyunca İslamiyetten uzak durmalarının en önemli sebeplerini

teşkil etmektedir. Türklerde İslamlaşma süreci Abbasiler döneminde

başlamıştır. Bu süreç içinde Türkler, dini iki kaynaktan öğrenmişlerdir. Bu

kaynaklardan birincisi Abbasilerden gelen sünni propogandacılar, diğeri ise

İslamı dar şeriat kaideleriyle değil, tasavvuf felsefi ışığında geniş ve

yumuşak bir mana ve ruh ile sunan tasavvuf erbabıdır. (age;s.85)

İslamın bu geniş ve yumuşak yorumu, Şamanist Türklerin Şaman inancı

ile İslamiyet arasındaki ortak yönleri görmelerini ve İslamı kendi

örfleriyle bütünleştirerek kabullenmelerini kolaylaştırmıştır. Dolayısıyla

İslamda Türk yorumu 10. yy'ın başlarında başlamış ve Cumhuriyet Türkiyesinde

yeni bir dönüşüm geçirerek bugünün İslamiyet yorumuna ulaşılmıştır.

Bu yorum, İslamın siyasal sistemini ve şeriatını modern hukuk devletinin

yasaları ile ikame eden fakat dinin ahlaka, imana, ibadete ilişkin hükümlerinin

Kuranda olduğu şekliyle, en saf biçimiyle yaşanmasını telkin eden bir

yorumdur. Dolayısıyla dinin temel amacını yerine getirmesine engel

oluşturmadığı gibi, Allah inancını, peygamber sevgisini, ahlaklı insan

olunmasını, ibadetin gereğini de olanca etkinliği ile vurgulayan bir

ilahi öğreti olarak toplumsal yaşamdaki önemini korumuştur.

İslamın Türk yorumu, İslam alemi içinde yer alan özgün bir örnektir.

Bu örneğin en önemli özelliği ise, siyasal bir din olan İslama,

siyaset dışı bir yorum getirilmesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye örneği,

Batılılarca İslamın yoruma son derece açık bir din oluşuna delil olarak

gösterilmektedir. Fred Halliday, İslam, The Mith of Confrontation adlı

eserinde, ...kutsal metinden çıkarılacak tek bir yorum yoktur. Çağdaş

dünyada, bir zamanlar İslam İmparatorluğunun lideri olan Türkiye gibi bir

ülkenin varlığı, belirgin bir ekonomik ve politik sistem ya da devletle,

dini müeyyideler arasında, İslam dünyası bakımından zorunlu bir ilişkinin

bulunmadığını ortaya koymaktadır...din ile devletin birbirinden ayrılması,

diğer bir ifade ile dindeki dünyevi ve siyasi faaliyetlerin reddedilmesi,

İslami düşünce bakımından mümkün görünmektedir.demektedir. İşte Türkiye'nin

İslam dünyasında sergilediği bu tablo, şüphesiz ki, pekçok İslam ülkesini

tedirgin etmekte ve gelecekte diğer İslam ülkelerince de örnek alınabilecek

bu modelin ortadan kaldırılması için, İslami devrim ihracı modelleri, Türkiye

üzerinde sıklıkla denenmektedir. Çünkü bu model, çağdaş dünyaya kolayca uyum

sağlamaya imkan veren, dinin manevi yönü ile çağdaş dünyanın modern

kurumlarını ahenkle bütünleştirebilen bir modeldir. Kısacası önü, dogmalarla

tıkanmamış, açık bir modeldir.

İslamın Türk yorumunun İslami bir devlet modeline kapalı oluşu, bazı

çevrelerce ahlaki yozlaşmanın temel sebebi olarak gösterilmektedir.

İslam ahlakının ancak İslamın siyasal sistemi ve hukuku altında yaşama

geçirilebileceğine ilişkin iddiaların, yaşayan örnekler esas alındığında,

doğruluğu oldukça tartışmalıdır. Çünkü Siyasal İslamı yaşayan ülkelerdeki

ahlaki yozlaşma Türkiye ile kıyaslanmayacak boyutta ve örtülü yaşanmaktadır.

Türk insanı ikiyüzlü bir dindarlığı değil, açık yürekli bir imanı seçmiştir.

Eğer din insan için ise, Türk insanına yaptığı katkı ortadadır. Dinin Türk

yorumu, kimilerinin asla kabullenemeyeceği, iktidar aracı olmayan

çağdaş bir yorumdur. Türk halkının en az yüzde 80'i de bu yorumdan yana

olduğunu yüksek sesle haykırmaktadır. Bunu günah ya da dinsizlik olarak

yorumlayanlara verilecek cevap o günahın azabına katlanmayı seçmenin

de insanın en doğal hakkı ve cüzi iradesinin varolma sebebi olduğudur.

Kaldı ki toplumda dini kullanarak yaratılan kin ve ayrılık, kardeşi

kardeşe, düşman etme çabaları ve özellikle de toplumun bir kesimini dinsiz

laikler olarak nitelemek, günahın takdirini Allah'a bırakırsak, en azından

gayri insanidir. Hatta daha da ötesi, İslami tanımla Allah'a şirk koşmaktır.

Çünkü birileri, kendileri Allah'ın yerine koyarak kimin dindar,

kimin dinsiz olduğuna karar vermektedirler.

Bu sonu gelmeyecek tartışmayı sürdürenlerin, bundan en büyük yarayı

alanın, savunusunu kimselere bırakmadıkları din olduğunu, idrak

etmememiş oldukları düşünülemez. Zira bu tartışmalar genç kuşağın büyük

bölümünü dine karşı şartlandırmaktadır. Bu amansız mücadeleyi dini yıpratarak

sürdürmeye devam edenlerin, siyasal iktidar hırsından başka

bir amaç taşıdıklarını ise düşünmek ne yazık ki çok zordur. Türkiye'de

demokrasinin faziletlerini kullanarak, anti demokratik bir din devletine

geçiş özlemi besleyen Siyasal İslamcıların, gerçek demokrasinin önündeki

en büyük engeli oluşturduklarının, samimi dindarların haklarını da gasp

etmekte olduklarının kamuoyunca bilinmesinin zamanı gelmiştir. Ancak

bu gerçeği onlardan da önce idrak etmesi gerekenler, sahte

dindarlık peçeleri altında oy avına çıkan ve dini 47 yıldır siyasete alet

ederek, halkı din odaklı iktidar arayışına güdüleyen ikiyüzlü politikacılardır.

Kapı bir kez aralanmaya görsün... Kendini demokrat ve çağdaş sayanlar,

halkı din-odaklı iktidar arayışına şartlandırarak kapıyı aralamış, ama

o kapıdan Siyasal İslam girmiştir. Bu deneyim, Türk demokrasisi ve

siyaseti için terbiyevi bir özellik taşırsa, aydınlık bir Türkiye, hayal

olmayacaktır.

3

Din ve Ahlak

Siyasal İslam ve Ahlak

Siyasal İslamın Türkiye'de güç kazanmasında en önemli etkenlerden

biri, toplumun uğradığı ahlaki deformasyon olmuştur. Gerçekten de Türk

toplumu her yönden bir yozlaşma bombardımanı ile karşı karşıyadır. Bir

yandan gençliği pençesine alan uyuşturucu ve alkol bağımlılığı, diğer

yandan yaşamın her kesitinde kendini gösteren fırsatçı zihniyet, toplumda

büyüyen gelir farklılıklarına karşı takınılan vurdumduymaz tavır,

siyasetteki kirlenme, adalete olan güvenin azalması, devlette ortaya çıkan

çeteler, yargısız infazlar, kaybolan Türk gelenekleri, teşhirci bir

cinsellik anlayışının yaygınlaşması, halkın sömürülen umutları Türk insanın

yeni bir arayışa yönelmesindeki en önemli sebepleri oluşturmuştur.

Türk halkının din ile ahlakı özdeşleştiren bir inanca sahip bulunuşu,

siyasal söylemini din üzerine inşa eden bir siyasi partiye elbette

büyük avantaj sağlayacaktı. Nitekim Refah Partisi bunun meyvalarını

toplamış ve halkın beklentilerine cevap verecek olan Adil Düzen sloganı

ile de halkın, temiz toplum yolundaki duygularının tercümanı olmuştur.

Dini siyasette kullanmakla, dini yaşamak elbette çok farklı şeylerdir.

Ancak Türk siyasetinde yaşanan tıkanıklık, yakın tarihimizde dini

siyasette kullananlara avantaj sağlamış ve umut sömürüsüne son vermek

isteyen seçmenler, dini siyasette kullananları deneyerek bu çıkmazı aşmayı

tercih etmişlerdir. Oysa biraz daha dikkatli davransalar, Türkiye'de

ahlaki deformasyonun hız kazanmasında, ağzından Allah adını düşürmeyen,

Allah'ın ipine sarılmayı öneren, tarikat üyesi, milliyetçi, muhafazakar bir

liderin inkar edilemeyecek derecede önemli rol oynadığını görecekler, hatta

dini kullanarak siyaset yapan liderlerin açık yalanlarını kolayca tesbit

edebileceklerdi. Zira ülkenin yakın tarihi, işini bilen liderlerin, dini

kullanarak fırsatçılık ahlakının yaygınlaşmasına yaptıkları katkıların

örnekleriyle doludur. Bu nedenle dine bağlılık ile ahlaklılık arasında

doğrudan bir ilişki kurmak hiç de sanıldığı kadar kolay değildir.

Günümüzün radikal Siyasal İslamcıları ise, dinin ahlaki boyutundan

ziyade siyasal boyutunu vurgulamaktadırlar. Din-ahlak ilişkisine

en fazla sahip çıkan ise her zaman Diyanet İşleri Başkanlığı olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşundan itibaren, din ile ahlak adeta

özdeşleştirilmiş, devlet dini bu boyutu ile sahiplenmiş, bir ahlaki öğreti

olarak yorumlamış, okullarında bile bu ilişkiyi açıkça sergileyecek biçimde

Din ve Ahlak Bilgisi adı altında ders olarak okutmuştur.

Siyasal İslamın görünen hedefi, dini, ahlakli bir topluma ulaşmanın

aracı olarak yorumlamaktan ziyade, Allah'ın emri olduğu için,

siyasal sistemi ve kurumlarıyla yaşama geçirmektir. İslamın, siyasal ve

sosyal düzeni kurulduğunda, bu düzen içinde yaşayan insanların, İslam

ahlakını benimseyeceklerine inanılmaktadır. Daha açık bir ifade ile Siyasal

İslamcılara göre İslami düzen önceliğe sahiptir. İslam devleti kurulduğunda

İslam ahlakı arkadan gelecektir.

Oysa İslamın toplumsal sisteminin başarısı bireysel ahlak ile yakından

ilişkilidir. Kuran, sistemin özünü ve en önemli karakteristiğini

oluşturan sosyal adalet ilkesini, ahlaklı insanın iradesine terk etmiş

ancak bunun Allah'ın emri olduğunu da beyan ederek, cüzi iradenin Allah'ın

istediği yolda kullanılmasını emretmiştir. Zekat, fitre, sadaka, karz-ı

hasen gibi yardımlaşma yöntemleri, İslamda sosyal adaletin temelini

oluşturmaktadır. Ancak sistemin meyva verebilmesi için bu yardımlaşma

şuurunun bireylerce benimsenmesi gerekmektedir. Dinin amaçladığı ahlak

anlayışının yaşama geçip, yaygınlaşması ve bireyin hiçbir zorlama ve

yaptırım olmaksızın gelir dağılımındaki adaleti sağlayacak zekat, fitre,

sadakalarını, dinin emrettiği sınırlar içinde vermeleri İslamdaki sosyal

adaletin sağlanmasındaki tek yoldur. Bu durumda İslami sistemin başarısının,

güzel ahlaklı ve imanı bütün bireyler yaratılmasına bağlı olduğu ortadadır.

Dolayısıyla hem sistemin işlemesi için ahlaklı bir topluma, hem de

ahlaklı toplum için sisteme ihtiyaç olduğu görülmektedir. Bu, içinden

çıkılması oldukça zor bir durumdur. Günümüz koşullarında siyasal

islamcıların seçtiği yol, sistemi öne almak, bir İslami düzen kurmaya

öncelik vermek şeklindedir.

Ahlaklı bir topluma ulaşmanın ilk adımı eğitimden geçmektedir. Eğitim,

güzel ahlakı tanıtıcı ve ona özendirici yöntemlerle ahlaklı bir

toplumun oluşuma hizmet eden bir araçtır. Bireyin özgür iradesi ve aklı ile

ahlakı seçmesi ve yaşaması, sağlam ve kalıcı bir ahlak anlayışına ulaşmak

bakımından büyük önem taşır. Ancak dinsel ahlak kişiyi özgür iradesi ve

aklının yanısıra, ceza (cehennem) ve ödül (cennet) ilişkisini ve

özellikle de Allah korkusunu işleyerek, ahlaklı yaşamaya teşvik etmektedir.

Din ile ahlakı bir bütün olarak kabul edenler, yine dinden aldıkları

güçle, dayatmacı bir ahlak anlayışını, insanlığın varlığını devam ettirmesinin

tek şartı olarak da ortaya koyabilmektedirler. Dini inanca göre insan,

inanç ve imanla bütünleşen bir ahlakı seçmek ya da dinler tarihinde yer

alan çeşitli menkıbelerde de görüldüğü gibi, Allah tarafından cezalandırılmak

arasında bir tercih yapmak zorundadır.

Dinler tarihi incelendiğinde, ahlakın pekçok menkıbede temel motif

olarak yer aldığı görülecektir. Bunların en çarpıcısı Sodom ve Gomorra

halkının yok edilişi ile ilgili hikayedir. Lut peygamberin'in

hikayesi Tevrat'ta (Eski Ahid, Tekvin, Bap 19) ve Kuran'da anlatılmaktadır. Her iki kutsal kitap da

Sodom halkının ahlaktan uzak yaşantısının Allah tarafından nasıl cezalandırıldığına

yer vermektedir. Kuran Sodom halkının ahlak dışı yaşantısını şu sözlerle

anlatmaktadır. Lut'u gönderdik. Kavmine dedi ki: Siz, sizden önce

dünyalarda hiç kimsenin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp,

erkeklere şehvetle gidiyorsunuz ha! Doğrusu siz azgın bir kavimsiniz...

Biz onu (Lut) ve ailesini kurtardık, yalnız karısını kurtaramadık.

Çünkü o, gerilerde kalanlardan oldu. Ve üzerlerine bir yaş yağmuru yağdırdık;

bak işte suçluların sonu nasıl oldu!( Araf Suresi/80-84)

Bir diğer örnek ise Şuayb Peygamber'in gönderildiği Medyen halkı ile

ilgilidir. Kuran, bu olayı şöyle anlatmaktadır: Medyen'e de kardeşleri Şuayb'i

gönderdik: Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka Tanrınız

yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: ölçüyü ve tartıyı tam yapın,

insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde

bozgunculuk yapmayın.... (Araf suresi/85) Kavmin yola gelmemesi üzerine ise

o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çökekaldılar(Araf suresi/91)

Kuran, Hud peygamberin kavmi olan Ad kavminin, sapıklığa düştüğü

için şiddetli bir rüzgarla, Salih peygamberin kavmi olan Semud

kavminin de benzeri sebeple gökten gelen kuvvetli bir sesle yok edildiği

anlatmaktadır.

Bu mesellerin, dinde ahlaka verilen önemi ve güzel ahlakın öncüsü sayılan

peygamberlere uymama karşılığında çarptırılacak cezaları göstermesi

bakımından önemi vardır. Bundan çıkan sonuç, dinsiz bir ahlaklılığın

olamayacağıdır.

Ahlakta Din Tekeli

Ahlak; dar anlamda insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına

yol açan manevi nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya

koyduğu iradeli davranışları olarak tanımlanabilir. Bu tanımın en dikkat

çekici yönü, bireysel niteliklerin iradeli davranışlara yansıması koşuludur.

Ahlakın ne olduğu konusu, özellikle Türk toplumu açısından son derece

açıktır. Ancak ahlakın kaynağı ile ilgili görüşler, tüm dünyada yüzyıllardır

tartışmaya açık olan konular arasında yer alır.

Ahlak kuramlarını klasik olarak iki sınıfa ayırmak mümkündür:

Bunlardan ilki, metodu dedüksiyon (tümden gelim) olan teorilerdir

ki bunlar dine ve metafiziğe dayanırlar. Diğeri ise metod olarak

endüksiyona (tüme varım) dayalı teorilerdir ki, bunlar da bireysel ve

toplumsal deneyimlere önem verirler. Bu ikili ayırımın dışında bir de pozitif

bilime dayanan ve insanın biyolojik yapısında varolan ahlaki yetenekleri,

ahlakın kaynağı kabul eden bilimsel kuram mevcuttur.

Ahlak kurallarının kollektifleşmesinde de iki temel kaynağın rol oynadığı

görülür. Bunların birincisi din, ikincisi ise kamu vicdanıdır.

Dinler, kamu vicdanının oluşumuna, bireyleri bilgilendirmek yolu ile etki

yaparlar.

Ancak kamu vicdanını oluşturan temel öge, toplumun yaşadığı deneyimlerdir.

Kaldı ki kamu vicdanını ürünü olan her değer yargısının erdem olarak

nitelendirilmesi de mümkün değildir. Zira örflerin de kamu vicdanını

oluşturmada büyük etkisi vardır.

Bu açıdan bakıldığında, dinlerin kamu vicdanının ürünü olan ve örflerle

de beslenen doğru değer hükümlerini ayıklayarak, onlara ilaveler

yaparak ahlak sistemine dönüştürmede ve yaygınlaştırmada büyük bir rol

oynadıkları görülür.

Bu ayırımdan anlaşılacağı gibi, dünyada ahlakın yegane kaynağı, din

olarak kabul edilmemektedir. Ancak en yaygın kanının, ahlakın kaynağını

din olarak kabullenme eğilimi olduğu da açıktır. Çünkü dinler, Tanrısal

iradeden aldıklarını iddia ettikleri güçle, ahlaklı insan profilini

net biçimde çizmişler ve buna uygun yaşamanın ödülleri ile uymamanın

cezalarını da insana iletmişlerdir. Ödül ve ceza ikilemi içindeki insanın,

bilinmeyene duyduğu korkunun ve dünya dışı sonsuz yaşama olan özlemin de

etkisiyle, ahlaklı yaşama konusundaki gayreti din aracılığı ile ivme

kazanmıştır. Bu nedenle de dinler, diğer ahlak teorilerine kıyasla, insana

daha az gayretle, daha kolaylaştırılmış yöntemlerle ahlaklı yaşamanın yollarını

açarak, birer ahlak devrimi başlatmışlardır.

Neden daha az gayretle ?

Çünkü endüksiyona dayalı metod, bireysel ve toplumsal deneyimlerden ahlak

kurallarını çıkarmak gibi, aklı ve muhakeme gücünü gerekli kılan bir çaba

istemektedir. Kaldı ki bu çaba içindeki bireyin, kişisel arzu ve ihtiraslardan

kendini soyutlayarak, doğru ahlak kurallarına ulaşması her zaman mümkün

değildir. Bu kuralların anonimleşmesi ise ayrıca bir zorluk yaratmaktadır.

Ancak endüksiyona dayalı ahlaklarda, kuralların toplumsal gelişime

paralel olarak geliştirilmeleri mümkündür. Endüksiyon, evrimci ahlak

anlayışını da beraberinde getirmektedir. Din ve metafiziğe dayalı mutlak

ahlak anlayışları ise, evrime kapalı olma özelliği gösterirler.

Belli bir ahlak kuralının, zamana, koşullara, toplumun içindeki çeşitli

gruplara, üretim ve bölüşüm ilişkilerine, korunma, savunma koşullarına,

aile içi sorumluluklara, vs. göre yorumu, genellikle dine dayalı

mutlak ahlakın kesin kuralları karşısında bireyi zorlamaktadır. Oysa

endüksiyona dayalı ahlak kuramı içinde, ahlak nomunun genelden özele

indirgenmesi ve uygulanabilir bir gerçekçiliğe erişmesi daha kolaydır. O

zaman da ahlakın başta yapılan tanımındaki gibi, yalnızca bir kurallar demeti

olmaktan çıkıp, iradeli bir davranış haline gelmesi mümkün olabilmektedir.

Ahlakın bireysel ve toplumsal olarak iki ayrı boyutta incelenmesi

gerekir. Bireysel açıdan ahlak, kişinin huzurlu yaşaması açısından önem

taşımaktadır. Huzur, gerek dünyadaki yaşamı süresince, gerek dini inanışa

göre ölümden sonraki sonsuz ruhsal yaşamı süresince vaadedilenlere

ulaşmak bakımından bireye bir moral güç vermektedir. Yine ahlaklı yaşamın

toplumsal ilişkiler açısından da taşıdığı önem büyüktür. Ahlaklı bir toplumda

yaşamanın bireye verdiği güven, toplumsal ilişkilere getirdiği

düzen inkar edilemeyecek kadar önemlidir. Bu nedenle ahlakın, toplumsal

amaç ve hedefleri dikkate alarak tanımlanmasına da ihtiyaç vardır.

Toplumsal açıdan ahlak, toplumun dirlik ve düzeninin en doğal koruyucusu

olup, o toplumu oluşturan bireylerin karşılıklı haklarını, ödevlerini

güvence altına alan ve gelişimlerini sağlayabilecekleri ortamı oluşturan,

benimsenmiş kurallar olarak tanımlanabilir.

Ahlakın odak noktası insandır. Bu nedenle insanın moral eğitimini

gerçekleştirmesi, ahlak normlarına olan duyarlılığı ile doğrudan bağlantılıdır.

Moral eğitim, bireysel gelişimin de önemli bir unsuru olarak kabul

edilmelidir. Çünkü bir dünya görüşünün kazanılmasında, insana bakış açısında

ve temel hakların belirlenmesinde ahlaki değerler önemli yer tutar.

Ahlakın dünya görüşünü belirleyen bir değerler sistemi oluşu, statik ya da

mutlak ahlak anlayışlarının tartışılabilirlik olgusunu da gündeme getirmektedir.

Diğer bir ifade ile ahlak anlayışımız, dünyaya açılan penceremizdir. Öğrenilen

doğru ve yanlış kalıpları, olayları değerlendirmenin temel kıstasını

oluşturur. Örneğin kin, intikam, kan dökücülüğün aile, ırk, millet ya da

dinin şerefi ile bütünleştirilmiş bir sosyal değerler kalıbının

benimsendiği toplumlardaki ahlak anlayışı ile, insanın ne pahasına

olursa olsun yaşama hakkı olan kutsal bir varlık olduğunu kabul eden

toplumların ahlak normları arasında fark vardır. Yine cinsiyet ayırımcılığını

doğal kabul eden toplumlarla, ayırımcılığa karşı olan toplumların ahlaki

değer kalıpları da farklılık gösterir.

Tarihsel süreç içinde yaşanan değişim dikkate alındığında, kabile

ahlakından yola çıkan insan toplumlarının, evrensel bir ahlaka doğru yol

aldıkları açıkça görülmektedir. Dünya küçülmekte, insan ilişkileri yerel

özelliklerinden sıyrılıp, globalleşmektedir. Bu değişim, insana bakış açısında

da genişleme meydana getirmektedir. Artık ırk, soy, din, mezhep, hatta

milletle sınırlı olmayan insanı odak alan bir değerler sistemi ile

bütünleşen bir dünyaya adım atılmaktadır. İletişim çağı, sadece teknik

bilginin değil, sosyal ve ahlaki değerlerin de iletilmesine yol

açmaktadır.

Değer kalıplarındaki hızlı değişim, çoğu zaman hoş karşılanmasa da,

kaçınılmazdır. Ahlakın evrenselleşmesi, bazı değerlerin ortadan kalkmasına,

bazı yeni değerlerin de kabul görmesine yol açmaktadır. Bu değişimin

değişmeyen odak noktasının dinlerde yer alan temel ahlaki prensipler

olduğunu iddia etmek mümkün müdür?

(Hem evet, hem hayır...Daha açık biçimde ifade etmek için, evrensel

ahlakın çekirdeğini dinin oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?)

(Yoksa evrensel ahlakın oluşumunda, bir değişim mi söz konusudur? Din,

evrensel ahlakın çekirdeği olma özelliğini kısmen mi yerine getirmektedir?)

Yukarıda yer alan ortak alan, şüphesiz ki tüm dinler için, aynı

büyüklükte olmayacaktır. Ancak evrensel ahlakın oluşumunda dinin etkisi

inkar edilemez gibi görülse de, ahlak anlayışının mutlak dinsel

ahlakla sınırlı olduğu da iddia edilemez.

İnsan odaklı evrensel ahlakın oluşumunda insan hakları bilinci, eşitlik ve

özgürlük kavramları önemli yer tutmaktadır. İnsanın hangi inanca sahip

olursa olsun, ya da inancını ne yönde değiştirirse değiştirsin,

yaşamaya ve eşit muamele görmeye hakkının olduğu düşüncesi, evrensel ahlakın

insanlığa önemli bir katkısıdır. Evrensel ahlak, cinsiyet ayırımcılığına

kesinlikle yer vermeyen, hukuki yaptırımları bakımından da ayırım gözetmeyen

bir değişimi beraberinde getirmiştir. Dinlerde çok büyük önem taşıyan

cinsel ahlakla ilgili yaklaşımlar ise, evrensel ahlakta, cinsiyet

ayırımcılığını ortadan kaldırmaya yönelik bir gelişme göstermektedir. Diğer

bir ifade ile, toplumun ya da ailenin namusunu, kadına fatura etmeye

yönelik dinsel ahlak normları, kadınla erkeğin, cinsel ahlak anlayışı

bakımından eşitlendiği bir değerler sistemine yerini bırakmaktadır.

Benzeri bir eşitlik sosyal sınıflar için de söz konusudur. Yanlış olan

bir davranış biçimi toplumdaki sosyal statüsü ne olursa olsun,

toplumda yaşayan tüm bireyler için yanlış olmalıdır.

Evrensel ahlakın oluşumunda büyük rolü olan dinlerdeki ahlaki değerler

sistemi üzerinde durmak, konuyu açıklık kazandıracaktır.

Tüm dinler toplum yaşamını düzenleyici ve bireyi doğru davranışa

yönlendirici ahlak kuralları getirmişlerdir. Bu kurallar dinin

ortaya çıktığı toplumun yaşam biçimi ve değerler sistemi ile de oldukça

ilişkilidir. Zira tüm dinler, ortaya çıktıkları toplumlardaki yanlış davranış

ve değer yargılarına atıf yaparak ve bu konudaki değişimi vurgulayarak yeni

bir değerler sistemini yerleştirmeyi amaçlamışlardır.

Tevratın ahlaki değerler sistemini on emir ile özetlemek mümkündür.

On emir, yapılması gerekenden önce yapılmaması gerekenleri vurgulayan

ve yasaklayan bir üsluba sahiptir. Katletmeyeceksin, zina etmeyeceksin,

çalmayacaksın, komşuna karşı yalan yere şahadet etmeyeceksin, komşunun

hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin, başka ilahlara tapmayacaksın,

putlara tapmayacaksın, Allah'ın adını boş yere ağızına almayacaksın, sept

gününe uyacaksın, anana, babana hürmet edeceksin. Açıkça görüleceği

gibi on emrin sekiz tanesi yapılmaması gerekenlerle ilgilidir ve

ahlaki hüküm mahiyetini taşıyanlar ise sadece altı tanedir. Bu emirlerin

bozulması halinde ise Tanrı'nın gazabına gelme gibi bir tehditle

karşılaşılacağı açıktır. Emirler ve yasaklarla örülü bir ahlak anlayışının,

gönül rızasına dayalı iradeli bir davranışa dönüşümü son derece zordur.

Burada sunulan ahlak ilkeleri korku egemen bir benimsetme yöntemi ile

birlikte getirilmiştir.

İsrailoğullarının tarihi bu yasakların otorite boşluğu doğar dogmaz ihlal

edildiğinin örnekleri ile doludur. Özellikle Musa'nın dağa çıkıp, bir

süre ortalıkta görülmemesi ile birlikte, kavmin derhal altın bir buzağı

yapıp, tapması emir ve otoriteye dayalı bir ahlak sisteminin ne derece

zaafiyet içinde olduğunu göstermeye yeter.

Tevratın evrensel bir din olmayıp, sadece İsrailoğullarına hitap

etmesi ve onları Tanrı'nın yegane sevgili ve seçilmiş toplumu olarak görmesi,

ahlaki değer hükümlerinin ırksal motifler taşımasına yol açmıştır. Örneğin

bir sömürü aracı olarak görülen faiz İsrailoğullarına yasaklandığı halde,

Yabancıya faizle ödünç verebilirsin fakat kardeşine faizle ödünç vermeyeceksin.(Eski

Ahid; Çıkış 23/20) ifadesinden de anlaşılacağı gibi yabancılar bu kapsamın dışında tutularak

faizle sömürülebilir sayılmaktadırlar. Bir diğer örnek de kölelik uygulaması

için verilebilir. İbrani bir köleye, altı yıl hizmetten sonra özgürlük

tanınmakta fakat aynı hak farklı ırka mensup olanlar için verilmemektedir.(Eski

Ahid; Çıkış 21/2)

Cinsiyet ayırımcılığı Tevratta da açıkça mevcuttur. Örneğin boşanma

hakkı sadece erkeğe verilmiştir. Erkek çocuk doğuran kadın, doğumdan

sonraki 9 gün boyunca murdar sayılırken, kız çocuk doğuran kadın 60

gün murdar sayılmaktadır.

Hıristiyanlıkta ise Tevrattaki on emirin İsa tarafından genişletildiği

görülmektedir. Ancak bu genişletilmeye bir üslup yumuşaklığı da eşlik

etmektedir. Bu konuda birkaç örnek verecek olursak; İşittiniz ki eski zaman

adamlarına denildi: Katletmeyeceksin ve Kim katlederse hükme müstahak

olacaktır. Fakat ben size derim: Kardeşine kızan her adam hükme müstahak

olacaktır... Zina etmeyeceksin denildiğini işittiniz, Fakat ben size derim

ki: Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir...

Göz yerine göz, diş yerine diş denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim ki;

kötüye karşı koyma ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir...

Sen komşunu sevecek ve düşmanından nefret edeceksin denildiğini işittiniz.

Fakat ben size derim ki düşmanınızı da sevin ve size cefa edenler için dua

edin... Sadaka verdiğin zaman sol elin sağ elinin ne yaptığını bilmesin de

sadakan gizlide olsun... Hükmetmeyin ki hükmolunmayasınız. Çünkü ne hükümle

hükmederseniz, onunla hükmolunacaksınız (Yeni Ahid; Matta Bap 5-7)

Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Hıristiyanlık, ahlakı gösteriş

ahlakı olmaktan çıkarıp, benimsetmeye çalışmış ve ahlakı akıl ve vicdan

çerçevesinde yorumlamıştır. Ancak Tanrı korkusu, tüm inanç sistemlerinde

olduğu gibi Hıristiyanlıkta da ahlaklı olmaya yönlendiren bir motif olma

özelliğini korumuş ve bu dünyadaki iyilik ve kötülüklerin öbür dünyadaki

ödül ve mükafatlarla karşılanacağı inancı aşılanmaya çalışılmıştır.

İslamiyet, ahlaka büyük önem veren bir dindir. Hz. Muhammed, Ben ahlakın

güzelliklerini tamamlamak için gönderildim. diyerek, tebliğ görevinde

ahlaka verilen önemi açıkça anlatmıştır. Kuran'da yer alan ahlaki

kurallar, hayat verici, hayatı zenginleştirici niteliktedir. Nahl

suresinin 97. ayetinde, Erkek ve kadınlardan her kim inanmış olarak iyi bir

iş yaparsa, onu dünyada hoş bir hayatla yaşatırız... Ahirette ise onların

ücretini yaptıklarının en güzeliyle veririz. diyerek, bu konuya açıklık

getirilmektedir. Ancak ahlaklı insana vaadedilen iyi yaşamın şartı,

inanarak ahlaklı olmaktır. Kuran'ın ideali, aşırılıklardan arınmış, orta yolu

izleyen, sağlıklı bir toplum yaratmaktır. Bunun için de insanlar, dünyada

kendilerine sunulan iyi şeyleri almak, ancak aşırılığa varmadan

kullanarak yaşamak durumundadırlar. Kuran, Araf suresinin 31. ayetinde, Ey

Adem oğulları, her mescide gidişinizde, süslü, güzel elbiselerinizi üzerinize

alın, yeyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü O israf edenleri sevmez.

diyerek bu yaşam modelinin sınırlarını çizmektedir.

İslamın ahlaki öğretisi adalet, hikmet, cesaret, dürüstlük, yardımlaşma,

ahde vefa, çalışarak kazanma, tevazu, şefkat, bağışlamak, sabır, saygı,

cömertlik gibi erdemleri teşvik etmektedir. Buna karşılık yalancılık,

haksızlık, kibir, gurur, gıybet (dedikodu), kin, kötülük, alaycılık,

korkaklık, tembellik, hainlik, fitnecilik, fesatçılık, cimrilik,

vefasızlık, saygısızlık gibi davranışları yasaklamaktadır.

İyilik, Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sebeple insanların iyiliğe yönelik

içgüdülerine uygun davranmaları bir zorunluluk olmaktadır. Allah,

herkese, herşeye iyiliğini yaydığı, iyilik yapanları sevdiği için iyilik

yapılmalıdır. Bakara suresi 195 ayetinde, Mallarınızı Allah yolunda

harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, iyilik edin,

doğrusu Allah, iyilik edenleri sever. denilmektedir.

Adalet, Kuran'ın ahlaki bir ideal olarak benimsenmesini öğütlediği ilahi

bir sıfattır. Allah, insanların birbirlerine karşı adil olmalarını emrederken,

kendisi de adaletle hükmetmektedir. Müminlere kendileri, aileleri, yakınları

aleyhine bile olsa, zengin-yoksul ayırımı yapmadan adaleti uygulamaları

emredilmiştir. Nisa suresi 135. ayetinde, Ey inananlar, adaleti tam yerine

getirerek Allah için şahitlik edenlerden olun. Kendinizin, ana, babanızın ve

yakınlarınızın aleyhine bile olsa, şahitlik ettiğiniz kimseler zengin veya

fakir de olsalar adaletten ayrılmayın denilmektedir. Adaletin ölçüsü olarak

insanlara sunulan ise Kuran'ın hükümleridir. Hadid suresinin 25 ayetinde,

Andolsun, biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber

Kitab'ı ve adalet ölçüsünü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler

denilerek konu açıklığa kavuşturulmaktadır. Adalet, kişilerin sözlerinde ve

hareketlerinde doğru olmalarını, ahidleştiklerinde ahidlerini gözetmelerini,

üzerlerine düşen yükümlülükleri yerine getirmelerini gerektirmektedir. Ayrıca

Kuran'da müminlere, adaletin uygulandığı bir sistem kurmaları, yeryüzünde

kötülüğün yaygınlaşmasını doğuracak, bozgunculuk yapma, ölçü ve tartıda hile

yapma, insanların ellerinden mallarını haksızca alma gibi fullerde bulunmamaları

tavsiye edilmektedir.

Hz. Muhammed ise insanlara şu altı konuya dikkat ettikleri

takdirde mutlu olacaklarını söylemiştir:

Bunlardan ilki, doğruluktur. Peygamber'in bir hadisinde Şüphesiz

ki doğruluk insanı tam hayra ulaştırır. Tam hayır da cennete götürür. Yalan

söylemek ise ise insam gerçekten kötülüğe ulaştırır. Kötülük de cehenneme

götürür. dediği rivayet edilmektedir. Doğruluktan söz ederken yalan

yere tanıklık etmenin de önemi belirtilmiş ve bir başka hadiste; Yalancı

tanıklıktan uzaklaşın. Bir kimse bir müslümanın aleyhine yalan yere

tanıklık ederse cehennemde yerini hazır bilsin. denilmektedir.

Ayrıca Hz. Muhammed, verilen sözü yerine getirmek, emanete hıyanet

etmemek, namuslu ve dürüst olmak, haramdan kaçınmak, yasak olan şeyleri

yapmamak gibi konulara da dikkat çekmiştir.

İslamda ahlaklı olmanın en kestirme yolu, Allah'ın ve Peygamberin

emirlerine uymak, olarak özetlenebilir. Ayrıca İslamda peygamber,

ümmete mükemmel bir ahlaki model olarak da sunulmuştur. Peygamberin

ahlakı, sanki İslam ahlakının yaşayan bir örneği, onun davranışları,

ahlakın özeti gibi kabul edilmektedir. Peygamberin bu konudaki

örnekliği, yaşamından sonra da devam etmiştir. Peygamberin örnekliği,

Kuran'da şöyle anlatılmıştır. Andolsun Allah'ın elçisinde sizin için

Allah'ı ve ahireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için, uyulacak en

güzel örnek vardır. (Ahzap/21)

İslam ahlakı bakımından çok önemli bir nokta, ahlakın Allah'a karşı

yerine getirilmesi gereken bir görev ve sorumluluk olarak kabul

edilmesidir. İnsan, ahlaklı olup, olmama konusunda Allah'la karşı karşıyadır.

Çünkü insan ruhu ile Allah arasında, ruhların ilk yaradılışında yapılan bir

mukavele vardır. Bu mukavele ile insana doğuştan Allah'ı tanıma sezgisi

verilmiş ve O'nu inkar için herhangi bir bahanelerinin kalması önlenmiştir.

O'nu inkar etmek, yaradılışta varolan bu sezgiye ve yapılan mukaveleye

karşı gelmektir. Dolayısıyla Allah'ın ayetlerini inkar etmek, şuurlu

olarak işlenen bir suç, şeytana uymak olmaktadır ki, bunun da cezası büyüktür.

Kuran A'raf suresi 172-173. ayetlerde bunu anlatmaktadır. Rabbin, Adem

oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine

şahit tutmuştu. Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye. Evet (buna) şahidiz

dediler. Kıyamet günü biz bundan habersizdik demiyesiniz. Yahut, Ne

yapalım daha önce babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de onlardan sonra

gelen bir nesil olduğumuz için öyle yaptık. Gerçekleri iptal edenlerin

yaptıkları yüzünden bizi helak mı ediyorsun? demeyeseniz diye (sizin

Rabbiniz olduğum hakkında sizi şahit tutmuştuk). İşlenen zerre kadar

kötülüğün cezalandırılacağı, zerre kadar hayrın da ödüllendirileceği

Kuran'da yer almaktadır.

Bu ceza ve ödül nasıl belirlenecektir? Bunun cevabını da Kuran şöyle vermektedir:

Her kişinin fiilerini kendi boynuna taktık. Kıyamet günü onun için her şeyin

kaydedildiği bir kitap çıkaracağız ki, şahıs o kitabı önünde açılmış olarak

görecektir. Ona Oku kitabını bugün, sana hesap görücü olarak, kendi benliğin

yeter denilecektir. (İsra suresi 13-14) Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi,

kişinin dünyadaki iyi ve kötü eylemleri onun kitabına kaydedilmekte ve bunun

hesabı da Kıyamet günü sorulmaktadır. O halde ahlaki görevini yerine

getirmeyenler için azap, kaçınılmaz bir son olmaktadır. Çünkü İslamın

getirdiği ahlak ilkelerine uymamak, aynı zamanda Allah'a ve Resulüne de

karşı gelmek ve ruhların yaradılışında Allah'la yapılan ahdi bozmaktır.

Bu ayetlerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, İslam'da bireyi ahlaklı olmaya

iten iki temel etken mevcuttur. Öncelikle İslamda bütün ahlaki vazifeler,

uhrevi müeyyidelere bağlanmış, iyiler için cennet vaad edilmiş, kötüler

cehennemle tehdit edilmiştir. Böylece ödül ve ceza, ahlakı teşvik edici

önemli unsurlar olmaktadır. Ancak ahlak kurallarının uygulanmasında,

özellikle sosyal düzenin sağlıklı işletilmesinde sadece bu motiflere dayanan

bir ahlak tam olarak saygıya değer sayılamayacağından, Kuran ve sünnette

Allah'ı en yüksek derecede sevmek, O'nun hoşnutluğuna layık olmak ve O'ndan

hoşnut olmak temel ahlaki motif olarak gösterilmiş; doğru inanç ve temiz

yaşayışın en yüksek gayesinin Allah rızası olduğu vurgulanmıştır. (age. s. 7-8)

Sorulması gereken diğer bir önemli soru ise şudur: İslamiyete göre bir

insanın herhangi bir dine ya da İslama inanmadığı halde, ahlaklı olması

mümkün müdür? Yani ahlakın tüm gereklerine göre yaşayan ancak inancı

olmayan bir insanı, İslam ahlaklı sayacak mıdır? İnanç ile ahlak arasında

kurulan bağ, özellikle de ahlakın Allah'a karşı yerine getirilmesi

gereken bir görev olarak kabulü, cevabın olumsuz olduğunu ortaya koymaktadır.

İslamda ahlaki terakkinin ulaşacağı son nokta insanın tüm niyetlerini ve

davranışlarını Allah'ın emrine ve rızasına uygun düşüp, düşmeyeceği ölçüsüne

göre değerlendirmesidir.(age. s.8)

O halde İslamiyet, dinden bağımsız bir ahlaklılığı kabul etmemekte,

bunun olabilirliğini dahi tartışmamaktadır. O zaman dinin ana

fonksiyonunun inanç ve iman olduğu, bunun doğal sonucunun da ahlak olacağı

açıktır. Bu açıdan konuya yaklaşıldığında, ahlakin göstergesi olan erdemlerin

varlığı, İslamiyette ahlakı tanımlamak için yeterli değildir. Bu erdemlere

mutlak inanç ve imanın da eklenmesi gerekmektedir.

Ahlak teorileri açısından konuya yaklaşıldığında İslamın mutlak

ahlak anlayışını esas alan, Tanrı merkezli bir modeli benimsediği

ortadadır.

Sıkça sorulan ve tartışılan bir soru, burada da ister istemez akla

gelmektedir. İslam ahlakı amacına ulaşmış mıdır? İslamiyet ahlaklı bir toplum

yaratabilmiş midir?

İslam'daki Tevhid (Birlik) prensibi, Allah'ın birliği esasına

dayalıdır. Allah'ın zatında, sıfatlarında ve fiilerinde bir olmasıdır...

Ortağının bulunmamasıdır...Zatta birdir demek, bölümü, parçası ve kısmı yok

demektir...sıfatta birdir demek, benzeri, misli yok demektir...fiilerinde

birdir demek, ortağı yoktur demektir. Allah'ın bu özelliği, O'nun getirdiği

esaslarda da kendini gösterir. Tevhid, kişinin ruhi yapısında ahengi,

akıl-irade ve hareket işbirliğini gösterdiği için insanın ideallerinden

birini oluşturur. Kişinin hırsı, ihtirası ve şehveti üzerinde tam bir

kontrole sahip olmayı işaret eder. Bundan başka kişinin söylediği ile

yaptığı arasında bir uygunluğu da gerçekleştirir. Allah'a iman ahlaki bir

yaşantının ön şartıdır. Ama iman sadece sözlü bir tasdikten ibaret olmamalı, Allah'ın

iradesine tam bir teslimiyetin yönlendirdiği halet-i ruhiyenin bulunduğuna

delalet eden iyi amellerle de desteklenmelidir. İslamın tevhid düşüncesinden

hareketle getirdiği ahlak, içe sindirilmiş, benimsenmiş, yaşayan bir

ahlaktır. İşte başta sorulan soruyu bu kıstasa göre cevaplamak gerekir. Bu

amaca ulaşılmış mıdır?

İslam ahlakını bireysel olarak uygulayan ve örnek oluşturan insanlar,

şüphesiz ki vardır. Ancak olaya toplum ahlakı bakımından yaklaşıldığında

buna olumlu cevap vermek mümkün değildir. Bu olumsuzluk, sadece

İslamiyet için değil, tüm diğer dinler için de söz konusudur. Ahlaki

kurallar, kutsal metinlerden yaşama indirgenememiş, dilin söylediği ile

davranışların sergilediği arasında bir uyum sağlanamamıştır. Dinler nefsin

terbiyesini, her türlü aşırı istek ve tutkulardan kurtulmayı önemle önermelerine

rağmen, insanı bundan vazgeçirmiş gibi görünmemektedirler.

İslam ülkelerindeki ahlaki yozlaşma, dinin ahlaklılık konusunda yeterli

bir garanti teşkil etmediğini ortaya koymaktadır. Profesör Seyyid Hüseyin

el-Attas'ın Toplumların Çöküşünde Rüşvet adlı kitabından...Pakistan'la

ilgili şu satırlara göz atalım: Başlangıçta rüşvet daha az idi ve daha çok

alt kademelerde bulunan memurlar tarafından alınmakta idi. Zamanla büyük

gelişmeler gösterdi. Alanla veren arasında sıkı ilişkiler kuruldu.

Yolsuzlukların yürütülebilmesi için çeteler, teşkilatlar kuruldu. Bürokratlar

ve iş adamları arasındaki bağlar güçlendi. Büyük çaplı fırıldaklar

döndürülmeye başlandı. Simsarlar, tefeciler boy göstermeye başladılar.

Başlangıçta yolsuzluklar gizli kapaklıydı. Daha sonraları gizlenmesine gerek

görülmeksizin hükümet dairelerinde icra edilir oldu.

Profesör el-Attas'ın kitabından öğrendiğimize göre, anayasasına göre

bir İslam cumhuriyeti olan Pakistan'da rüşvet, yolsuzluk ve kokuşma

korkunç boyutlara ulaşmıştır. Eser Hindistan, Malezya ve Endonezya'daki

yolsuzluk ve kokuşma ile de ilgili bilgi vermektedir... İslam

dini rüşvet alıp vermeyi, emanetlere hıyanet etmeyi, her türlü yolsuzluğu,

haksızlığı, kokuşmayı şiddetle yasak ettiği, bunlara karşı dünyevi ve uhrevi

hükümler ve müeyyideler koyduğu halde, Pakistan gibi bir İslam ülkesinde

rüşvet, yolsuzluk ve kokuşma nasıl olabilmektedir?

Bu satırlar Mehmet Şevket Eygi'ye ait. Yazar, olanca içtenliği ile

İslam dünyasında yaşanan ahlak bunalımını ortaya döküyor ve sorguluyor. Son

derece önemli noktalara da parmak basıyor. Rüşvet ve yolsuzluğun

yaygınlaşmasının birinci sebebi paranın put haline gelmiş olmasıdır diyor

ve devam ediyor: Bu ortam içinde bazı zayıf ve ahlaksız Müslümanlar, kötü

işler yapmak için uyduruk fetvalar, ruhsatlar aramaya başlamıştır. İslamın

kesin olarak yasakladığı bazı şeyler için Darü-l harpte bunu işlemeye cevaz

var mıdır? diye sahte müftülere sorulmakta ve onlardan da fetva alınmaktadır.

Böylece toplumu çürüten nice kötülük ve kokuşma, dinlerini dünyevi

menfaatlerine değişen yarı mühtedilerin çıkarcılığı yüzünden zuhur etmiştir...

Türkiye'deki dinsiz, ateist, hedonist kesimin rüşvete, yolsuzluğa, kokuşmaya

bulaşmış olması normal karşılanabilir. Ancak Pakistan gibi bir İslam

ülkesinde rüşvet ve kokuşma olması çok düşündürücüdür.

Din devleti olmak, müslüman olmak, ibadeti yerine getirmek, görüldüğü gibi

ahlaklı olmaya yetmiyor, ahlakın göstergesi de olamıyor. Eygi'nin de şaşkınlıkla

dile getirdiği onca dünyevi ve uhrevi hüküm ve müeyyide, bugünün insanını

ahlaklı kılmakta pek de yeterli değil.

O halde ahlakın yegane kaynağı olarak dinleri görmek ve toplumsal

ahlakın gelişimini dine bağlamak pek anlamlı bir iddia olmamaktadır.

O zaman karşımıza ikinci bir soru çıkmaktadır. Dinler, ilk ortaya çıktıklarında

toplumun ahlaki değerlerindeki yükselişi nasıl sağlamışlardır?

Bunun en açık örneği, İslamiyet öncesi ve sonrası İslam toplumunda

görülebilir. Cahilliyye dönemine hakim olan Arap gelenekleri

özellikle puta tapmak, güçlü olanın zayıfı ezmesi, affa yer vermeyen barbar

adetleri, vahşet mantalitesi, sürekli çekişme ve savaşlara sebep olan

kabilecilik anlayışı, kan davaları, kadının toplumda eşya muamelesi görmesi,

fuhuşun yaygınlığı gibi başlıklarla özetlenebilir.

Ancak, İslam öncesi Arap toplumunun her türlü erdemden, tamamen

yoksun olduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Zira hiçbir erdemi

tanımayan toplumların, yeni bir dini anlamaları, inanmaları ve ona

uymaları hemen hemen imkansızdır. Bunun açık örneğini Kuran, Sodom halkının

Allah tarafından islah edilemez kabul edilip, helak edilmesi ile

vermektedir. O halde, Arap toplumunda da dini anlayacak ve yüceliğini

idrak edecek, asgari düzeyde de olsa bir alt yapının olması gerekmektedir.

Bu alt yapmın en önemli özelliği, puta tapmanın yani çok tanrıcılığın

yanısıra, Allah adını verdikleri ve diğer tanrıların üstünde bir Yüce

Tanrı'nın varlığına da inanmalarıdır. Bu inancın çok berrak olmamakla

birlikte mevcut olması, onların tehlike ile yüzyüze gelince ve zaman zaman da

olsa Allah'a dua etmeleri İslamiyetteki Tek Tanrı düşüncesini kabul

etmelerini ve O'nun ahlaki emirlerine uymalarını kolaylaştırmıştır.

Diğer yandan İslam öncesi Arap toplumundaki en yüksek erdemler savaşta

kahramanlık, kötü kadere katlanma, kendi kabilesinden olana sadakat, yoksul

ve ihtiyaçta olanlara cömertlik, misafire ve yolcuya misafirperverlik ve

intikam alma duygusunu sürdürme idi. (Agm, s.158) Dürüstlüğün de önemli bir

erdem sayıldığı, Peygamber'e verilen Muhammed-ül Emin sıfatı ile ortaya

çıkmaktadır. Ayrıca Arap Tanrılarına verilen isimler, bazı erdemleri

sembolize etmektedir. Örneğin rida, iyi istek ve arzu duyulan anlamına gelen;

vedd, dostluk, muhabbet anlamına gelen; menaf, yükseklik (agm;152) anlamına

gelen tanrı isimleridir. Toplum bu değerlerin önemini kabul ettiğini ancak

bunların ulaşılması zor, tanrısal erdemler olduğunu, bu isimlendirme ile

ortaya koymuştur.

Dolayısıyla İslamiyet boş bir alanda değil, bazı verimli tohumlara sahip

bir kavmin içinde yeşermiştir.

İslamiyetin kabulü ve yayılmasında Peygamberin ve yanındakilerin

kişilikleri ve sahip oldukları ahlaki erdemler de şüphesiz büyük rol

oynamıştır. Nitekim Profesör Seyyid Hüseyin el-Attas, Ahlaki donanımları

yeterli derecede mükemmel olan yeterli sayıda insanın desteği olmaksızın,

yolsuzluklarla başa çıkmak için girişilen her çaba sonuçsuz kalmaya mahkumdur

diyerek, dini yaşayan kadroların ahlakı yerleştirmedeki önemine dikkat

çekmektedir.

İslamiyet getirdiği teşvik ve yasaklarla ilkel Arap toplumunun ahlaki

değerlerini yeniden düzenlemiş ve temel erdemlerin yerleşmesine büyük

hız katmıştır. Bu yeni düzenlemelerde ahlaklı olmayı Allah'a inanmanın

en önemli göstergesi sayarken, İslam ümmetinin birbirine kardeşçe bağlarla

bağlanmasını, yardımlaşmasını, kötülüğe karşı iyilikle mücadele etmelerini

ve her türlü kötülüğün kaynağı olan nefisleri kontrol altına alarak aşırı

istek ve heveslerden uzaklaşılmasını emretmiştir. Bunları gerçekleştirebilenlere

de Cennet'i vaad etmiştir. Ra'd suresinin 20-22 ayetlerinde, Allah'la ahdini

bozmayan, akraba ve müminlerle ilişkisini kesmeyen, bütün peygamberlere

inanan, hesaptan korkan, nefsinin gücüne giden şeylere sabreden, namazı kılan,

kendilerine verilen rızıktan hayır yolunda harcayan, kötülüğü iyilikle

savanların Cennet'e girebilecekleri anlatılmaktadır. İslamda dünya hayatı

önemli olmakla birlikte, dünya hayatının ana amacı ahiretteki hayatın güzelleştirilmesidir

ve ona hazırlık mahiyetini taşır. Çünkü dünya hayatı geçici, ahiret hayatı

ise kalıcıdır. O halde Cennet, inançlı, imanlı ve ahlaklı insanın en büyük

ve ebedi ödülü olmaktadır.

İnsan, doğası gereği çok hızlı tekamüle uğrayabilecek bir varlık değildir.

Kötülüğü bir anda iyiliğe dönüştürmek, nefsani taleplerden kısa sürede

kurtulup, gönül rahatlığı ile ve hiç zorlanmadan daha az ile yetinebilmek

çok zordur. Ancak vaad ve korku, içte duyulan gizli hevesleri dizginlemenin,

arzuları bastırarak, emirlere itaatkar davranmanın teşviki bakımından etkili

ntemlerdir. Bu nedenle Kuran, korku ve ödül ikilemini insanların önüne

koymuş ve son derece canlı tasvirlerle Allah'ın ödülü olan Cennet'le, cezası

olan Cehennem'i anlatarak, toplumu hızla islah etmeye çalışmıştır.

Ancak Kuran'ı tarafsız gözle okuyan pekçok kişinin dikkatini çeken

önemli bir husus, dünya hayatında nefsin islahı için çalışan insanın,

Cennet'te buna ihtiyacının hiç kalmamasıdır. Zira cennet, ihtişamlı bir

yaşam vaad etmektedir. İnce ipekten ve parlak atlastan elbiseler

giyerek,(Kuran-ı Kerim; Duhan suresi/53) astarları kalın atlastan yataklara

yaslanıp (age; Rahman suresi/54), altın ve cevahirle işlenmiş tahtlar

üzerinde,(age; Vakıa suresi/15) yanlarında gümüşten kaplar, billur

kupalar (age; İnsan suresi/15)la gümüşten bilezikler takınmış (age; İnsan

suresi/21) olarak içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan

ırmaklar (age; Muhammed suresi/15) akan Cennette hertürlü meyva, et, yiyecek

bolluğu içinde bir sonsuz yaşam vaadedilmektedir. İnsanın ikinci temel

ihtiyacı olan cinsellik konusu da çok çarpıcı biçimde işlenmiştir. Cennettekiler;

hitap genellikle erkeklere olduğu için, burada da onlar kastedilmektedir,

iri gözlü hurilerle evlendirilmiştir. (age; Duhan suresi/54)

Daha önce ne insan ne de cinin dokunmadığı, bakışlarını yalnızca eşlerine

diken dilberler, (age; Rahman suresi/56) yeniden inşa edilerek, bakire yapılan

kadınlar (age; Vakıa suresi/35) göğüsleri yeni tomurcuklanmış yaşıt

kızlar, (age; Naziat surresi/31-35) kendilerine ait, sedefle saklı inci

gibi civanlar dolaşmaktadır, çevrelerinde. (age; Tur suresi/24)

Bu tasvirler, Allah'ın emri olduğu için dünya yaşamında kendini sıkıntıya

sokarak nefsani isteklerini frenlemeye çalışan fakat şehvete düşkün olan

Cahiliyye dönemi erkeği için, son derece cazip ve teşvik edici motifler

taşımaktadır. Yoksa Kuran'ın kendi koyduğu ahlaki sınırları, sadece

dünya hayatı için geçerli sayıp, ahiret yaşamında insanı nefsani ve bazı

yönleriyle de gayri ahlaki bir yaşama teşvik etmesi gibi bir paradoksla

karşılaşılır ki, Allah'ın sözü olan bir kitapta bu düşünülemez. Ancak bu

ödülden güç alan dünya insanın, dine daha sıkı sarılması mümkün olmuş,

zorlanarak da olsa İslam ahlakını yaşamaya çalışmak, bu değerlerin yaşama

geçmesi ve gelecek kuşaklara nakli bakımından önem taşımıştır.

Dolayısıyla İslam, Allah korkusunu sürekli yineleyerek, kıyamet ve

cehennem konusunda toplumu uyararak ve nihayet cennette sonsuz

bir huzur ve ihtişamı vaadederek ahlaklı bir toplumun yaratılmasına çalışmıştır.

Bu ceza ve ödüllere inanmak ise imanın gereği olduğu için, ahlak inançla

bütünleşmiş ve toplumun değer yargılarında olumlu değişiklikler ortaya

çıkmıştır. Allah'ın herşeyi gören ve bilen oluşu ise, insana kaçacak

delik bırakmamış, gönlünü tam olarak denetleyemese de, davranışlarını

denetim altına almaya zorlamış, gönlündeki çarpık arzular için ise Allah'ın

bağışlayıcılığına sığınmayı denemiştir.

Bu inanca dayalı ahlak anlayışının insanlık tarihi içinde önemli bir yer

tuttuğu inkar edilemez. İnsan topluluklarının evrimi içinde, gerekli

ve yararlı bir rol oynadığı da açıktır. Ancak günümüzün düşünen, sorgulayan,

akli deliller arayan, sebep-sonuç ilişkileri içinde olaylara

yaklaşan ve dogmaların dışına çıkmış insanı için inanca dayalı ahlakın eski

etkileyiciliğini yitirdiği açıktır. Çağdaş insan inanca dayalı tüm ahlaki

öğretilerden yararlanmış ancak onları aşan, zaman zaman da sorgulayan yeni

bir ahlak anlayışına yönelmiştir. Bu anlayış büyük ölçüde endüksiyona (tüme varım)

dayalı, kişisel ya da toplumsal deneyimlerden çıkarılan sonuçlarla genişleyen

yeni bir ahlaki yaklaşımdır.

Çağdaş Ahlak Anlayışı

Çağdaşlık, çağa uygunluk anlamına gelen ve bir olguyu ifadelendiren

kavramdır. Dolayısıyla çağdaş olanın mutlaka en iyi ve en doğru olması

gerekmez. Diğer bir deyişle, çağdaş olan değer ya da kavram, o çağda

yaşayan toplumun beklentilerine ve değer yargılarına uyum sağlayan

anlamına da gelir.

Bu tanımdan hareketle çağdaş ahlak anlayışını da olumlu ve olumsuz

yönleriyle değerlendirmek mümkündür.

Çağdaş ahlakın 20. yy. daki sembolleri özgürlük, eşitlik, insan hakları

kavramları ile bağlantılı olarak ele alınabileceği gibi, fırsatçılık,

bencillik, madde tutkunluğu gibi motivasyonunu ekonomik sistemden alan değer

yargıları ile de ifade edilebilir.

Bu bakımdan çağdaş ahlakı olumlu ve olumsuz yönleriyle incemeye

almak ve inanca dayalı ahlak anlayışları ile iki aşamada kıyaslamak

gerekir.

Çağdaş Ahlak ve İnsan Hakları:

İnsanlık, köleci toplum düzeninden günümüze kadar geçen süre içinde,

insanın, insan olmak özelliğinden dolayı sahip olduğu temel haklara

kavuşması için zorlu bir mücadele vermiştir. Yaşamakta olduğumuz çağ,

hiç şüphe yoktur ki, insanlık tarihine insan hakları çağı olarak

geçecektir. Bu, zorlu bir mücadeledir ve henüz tamamlanmış da değildir.

Ancak bu mücadele son derece meşru bir dayanağa sahiptir. Bu dayanak,

insanın doğuştan var olan temel hak ve özgürlüklerine, yaşamı süresince de

sahip olma talebidir. İnsan olma onuruna sahip çıkmak, insanın doğuştan

sahip olduğu hak ve özgürlükleri ayırımcılık gözetmeksizin kullanmasına

imkan tanımak ve her türlü eşitsizliğe set çekmek, yüzyıllardır süregelen

gelenekleri, zihinsel şartlanmaları, ayırımcı telakkileri yıkarak yol

almak, insanlık tarihinde uzun ama şerefli bir mücadeleyi gerekli

kılmaktadır.

İnsan hakları şuurunun oluşmadığı bir toplumda, ahlakın gelişmesi

düşünülemez. Zira ahlaklı olmanın birinci adımı zararsızlığı öğrenmek, ikinci

adımı ise yararlı hizmette rol almaktadır. Yine ahlakın bireysel

ve toplumsal hedefi, iki kelimeye indirgendiğinde huzur ve adalettir. O

halde insan haklarının yerleşmediği, ayırımcılığın, eşitsizliğin sürdüğü

toplumlarda bu amaçlara ulaşmak mümkün olamayacaktır. Zira insan hakları,

dünyada özgürlük, adalet ve barışın en etkin güvencesidir.

Dünyamız insan haklarının tanınmamasının ve hor görülmesinin insanlık

vicdanını yaralayan barbarca eylemlere yol açtığını, korkudan ve yoksulluktan

kurtulmuş insanların söz ve inanç özgürlüğüne sahip olacakları bir dünyanın

herkesin en yüksek amacı olduğunu (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi; Başlangıç

Bölümü) idrak etmiş bulunmaktadır.

İnsan haklarının en önemli ölçüleri arasında; İnsanların özgür, onur

ve haklar bakımından eşit olarak doğdukları; birbirlerine kardeşlik

anlayışıyla davranmaları; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka

bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir

ayırım gözetilmeksizin bütün hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri,

ayırım görmemeleri; kölelik veya kulluk altında bulundurulamayacakları,

işkeneeye tabi tutulamayacakları, yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği

haklarına sahip bulundukları, yasalar önünde eşit oldukları, düşünce,

vicdan ve din özgürlüğüne sahip oldukları, din veya inancını değiştirme

özgürlüğüne sahip bulundukları yer alır.

Bu hakların tüm insanlara tanınmış olması, en önemli ahlaki ilke olan

adalet ilkesinin gerçekleşmesi bakımından önemlidir.

Eşitlik ve özgürlüğün giderek genişleyen bir yelpaze içindeki bu yorumunu

hiçbir dinde bulmak mümkün değildir. Zira dinler, söz konusu eşitliği

kendilerine inananlar için geçerli saymışlar, inanmayanların kardeşliği ya

da inananlanlarla temel hak ve özgürlükler bakımından eşitliği konusunda

daha dar kapsamlı yorumları benimsemişlerdir.

Örnek verilecek olursa Tevrat'ta inananların birbirleriyle yardımlaşmaları,

faiz almamaları emredilmekte fakat aynı ilkeler inanmayanlara

teşmil edilmemektedir. Benzer özellikleri İslam'da da görmek mümkündür.

Kardeşlik, müslüman kardeşliği esasına dayalı olup, inanmayanlar veya

farklı dine inananlarla kardeşlik bir yana dostluk dahi yasaklanmaktadır.

Müminlerin inanları bırakıp, kafirleri (Kuran-ı Kerim; Al-i İmran

suresi/28), yahudileri ve hıristiyanları (age; Maide suresi/51),

imana karşı küfrü seviyorlarsa babalar ve kardeşlerini (age; Tevbe suresi/23)

dahi dost edinmeleri yasaklanmıştır. Bu ayetlerden de açıkça görüldüğü

gibi, İslamiyette inanç birliğine dayalı bir kardeşlik anlayışı

esastır.

Bütün dinler birer inanç sistemi getirmişlerdir. Bu inancın yerleşmesi

için de büyük mücadeleler yaşanmıştır. Bu mücadeleler inançsızlara ve

farklı dinlere inananlara karşı sürdürülmüştür. Bu nedenle dinlerin,

kendi varlık sebeplerine karşı çıkarak din ve inanç konusunda herhangi bir

ayırımcılığa gitmemeleri elbet ki beklenemez. Ancak çağdaş dünya, bireyin

vicdanına verdiği önem ve özgürlüğe olan saygısı nedeniyle din ve inanç

konusunda hiçbir kimse ya da topluluğa baskı yapılmaması kararını almış

ve herkesi inancında tamamen özgür bırakmıştır. İnanç özgürlüğünü sindirebilen

ve bireyin en temel hak ve özgürlüğü olarak kabul edebilenlerin,

farklı inanca sanip oldukları için birbirlerine düşmanca hisler beslemesi

pek anlamlı olmayacaktır. Dolayısıyla dünya, inanç farklılıklarına rağmen

insan olarak paylaşılan kader ortaklığının yarattığı kardeşlik duygularına,

insan hakları yolu ile kapı açmaya hazırlanmaktadır. İnançlar konusundaki

özgürlük ve oluşan karşılıklı saygı, daha huzurlu bir dünyaya adım atılmasını

kolaylaştırmaktadır. Ayrıca kimsenin kendi inancını ikiyüzlülük ya da

yalanla gizlemesine ihtiyaç kalmamakta, adil ve dürüst, dolayısıyla

ahlakın hedeflerine ulaşmış bir topluma doğru yürüyüş kolaylaşmaktadır.

Çağdaş dünyanın temel insan hakları içinde yer alan bir diğer ilkesi

ise cinsiyet ayırımcılığının kaldırılmasıdır. Bu ayırımcılik tüm dinler için

geçerlidir. Dinlerin toplumun kültür değerleri üzerindeki etkileri,

günümüz dünyasında kadın-erkek eşitsizliğini, değiştirilmesi zor bir değer

hükmü olarak zihinlere kazımıştır. Yasalar önünde sağlanmaya çalışılan

eşitliğin, sosyal yaşamda geçerli olmayışı, toplumun örfleri ile yakından

ilgilidir. Bu eşitsizlik, şüphesiz ki ahlakın temel kuralı olan adil olmakla

çatışmaktadır. Kadına önceden biçilmiş olan ve onun korunması olarak

yorumlanan sosyal statü, aslında onun kendi hakkında karar alması

ve yaşamını kendi iradesiyle yönlendirmesinin en büyük engelini oluşturmaktadır.

İslam'da kadın, ne yaradılışta, ne aile yaşamında, ne de kanunlar önünde

erkekle eşit değildir. Yaradılışta eşit değildir çünkü Erkekler kadınların

üzerine yöneticidirler ve üstün kılınmışlardır. (Kuran-ı Kerim; Nisa

suresi/34), hakları bir derece daha fazladır. (age; Bakara/228) Aile yaşamında

erkekle hiçbir konuda eşitlikleri yoktur, çünkü kadınlar erkeklerin

diledikleri gibi girebildikleri tarlalarıdır. (age; Bakara/223),

dörde kadar kadınla evlenmeye izin verilmiş, fakat bunlar arasında adaleti

sağlama şartı, yine de erkeğin takdirine bırakılmıştır. (age; Nisa suresi/3)

Boşanma konusunda kadının söz hakkı yoktur, erkeğin takdirine göre dikkafalılık

ya da şirretlik ettiğinde dövülmesi ilahi bir emirdir. (age; Nisa suresi/34)

Kadınları ücret karşılığı almak, yararlanılan süre karşılığı ücretlerini

vermek (age; Nisa suresi/24) şartıyla erkeğe hak olarak tanınmıştır. Kadının hukuk önünde

erkekle eşit olmadığı yukarıdaki açıklamalarla da görülmekte, ayrıca mirastan

da kadın, erkeğin yarısı kadar pay almaktadır.

Dolayısıyla cinsiyet ayırımcılığı bakımından çağdaş ahlak anlayışı,

inanca dayalı ahlak anlayışının dar sınırlarını aşarak, insana daha yaraşan

bir zemine oturmuş bulunmaktadır.

İnsanların onur ve haklar bakımından eşit dogması, insan haklarının

temel bir kriteridir. Zira insanların doğarken bazı özel haklara

sahip kılınarak yaratıldıkları kabul edildiğinde, bu hakların kimlerde olup,

olmadığını belirlemek mümkün olamayacağı gibi, hak eşitliğini sağlamak da

Tanrısal iradeye karşı gelmek şeklinde yorumlanacaktır.

Bu konuyu bir örnekle açıklayalım. Kuran doğuştan bir eşitliği kabul

etmemekte ve bunu Allah'ın insanları imtihanı için bir vesile saymaktadır.

İnsanların sahip olduğu nimetlerden dolayı sınanmaları ise Allah'ın

doğadaki yasası olarak yorumlanmaktadır. (Süleyman Ateş; Kuran-ı Kerim

Tefsiri, Cilt 2, s.969) Dolayısıyla, Allah'ın insanların geçimliklerini

taksim etmesi (Kuran-ı Kerim; Zuhruf suresi/321) ve kimini ötekine

derecelerle üstün kılması (age, Zuhruf suresi/32, Enam suresi/165) hem

sınanmaları için, (age, Enam suresi/165) hem de bu üstünlükten yararlanarak

birinin diğerine iş gördürebilmesi için (age; Zuhruf suresi/32) dir.

Bu ilkelerin günümüz toplumunda uygulumaları halinde, sosyal sınıf

farklarının Tanrısal yazgı olduğunu kabul etmek ve sosyal tabakalar

arasındaki dengesizliği gidermeyi, Tanrı'nın iradesine karşı gelmek olarak

kabul etmek gerekecektir. Nitekim bu ayetlerin açıklanmasında da aynı bakış

ısından hareket edildiği ortadadır. Süleyman Ateş, sosyal tabakaların,

toplum yapısının temel taşları olduğunu ifade ederek ayeti şöyle yorumlamaktadır.

Bunlar birbirine lazımdır. Toplumda başkan, yönetici, memur olduğu gibi,

esnaf, işçi de lazımdır. Memurların ve işçilerin de çeşitleri vardır.

Eğer insanlar birbirine muhtaç olmasalar çalışmazlar. Yönetici, memura,

işçiye; işçi, işverene, fabrikatöre; işveren işçiye; zengin fakire, fakir de

zengine muhtaçtır. Memurun ihtiyacı olmasa ne diye çalışsın? İşverenin

işçiye ihtiyacı olmasa niçin ona para versin? İşte yüce Allah, toplumun

sosyal tabakaları arasındaki farkların hikmetini böyle belirtiyor

Bu koşullarda kimin işçi, memur ya da işveren olacağına Allah karar

vermekte ve bunu sosyal yaşamın düzgünce yürümesi için yapmaktadır.

Daha az geçimlik verdiğini ise daha çok verdiğinin yanında çalışmaya

sevk ederek sınamakta, kimini amir, kimini memur kılarak hayatı dengelemektedir.

Günümüzün çalışma koşulları dikkate alındığında asgari ücretle yaşam

savaşı veren ya da işsizlik nedeniyle aç yaşayan insanların, bunun

Tanrı'nın takdiri olduğunu duşünüp, insanca yaşamak için sosyal mücadeleye

başvurmaktan kaçınmaları mı gerekmektedir? Ya da gelir dağılımında büyüyen

uçurumlardan Tanrı mı sorumludur? Elbette değildir... O zaman söz

konusu ayetlerin yorumundan hareketle günümüzde karmaşık ilişkilerin bir

sonucu olarak ortaya çıkan sosyal sorunları çözümlemenin mümkün olamayacağı

ortaya çıkmaktadır. İnsanları doğuştan farklı kabul etmenin ise,

sorunları daha da çözülemez kılacağı, geçimlikleri fazla olanların

tahakkümünü daha da artıracağı bellidir. Bu koşullarda, İnsan Hakları

Evrensel Bildirgesinin ilk maddesinin, adil bir yaşama ulaşmak için çağdaş

dünyanın ihtiyaçlarına daha iyi cevap vereceği açıktır.

İnsan haklarının vazgeçilmez bir parçası olan özgürlük ise, çağdaş

dünyanın henüz tam olarak yaşama geçirebildiği bir hak değildir. Özgürlük

mücadeleleri insanlık tarihinde çok uzun bir dönemi kapsamaktadır. Özgürlüğün

ilk ve en önemli koşulu, insanın düşüncesini esaret altına alan kalıplardan

kurtulmasıdır. Herşeyi tartışabilmek, korkusuzca sorgulayabilmek,

gerektiğinde karşı çıkabilmek ve nihayet kendi aklının emeği olan bir düşünce

sentezine ulaşabilmek hiç de kolay olmamaktadır. Ancak sınırsız ve koşulsuz

düşünceyi suç ya da günah sayan ideolojilerin yarattığı baskıdan kendini

sıyırabilen zihinler, kendi malları olan ve tüm varlıkları ile

sahiplenebildikleri fikirlere ulaşabilmektedirler.

Bu neden önemlidir? İnsanın kendi emeği ile ulaştığı düşünce sentezlerinde

dürüstlük ve içtenlik hakimdir. Tanrı merkezli sisteme eşlik eden

korkular ise kaypak ve ikiyüzlü bir yaşama kapıyı aralar. Aklın son

derece özgür olan çalışma sistemi, dogmalara bürünmüş düşünce sistemleri

içinde doğruyu ararken bocalar, mantık çarpıtmaları ile gerçekleri

karartır ve yapay kanıtları gerçekmiş gibi sahiplenerek, kendine karşı

bile dürüst olmaktan korkarak yol alır.

Özgür düşünce, insanın zihinsel ve ahlaksal gelişimi için olduğu kadar,

toplumun yeniliklerle kucaklaşması bakımından da çok önemlidir.

Dinler ise kendi çizdikleri inanç çerçevesinin tartışılmasına asla izin

vermeyen, bunu tartışmaya girişeni ise azapla tehdit ederek, dinin

koruyucu alanı dışına iten inanç sistemleridir. Bu nedenle dini hükümleri

tartışmaya açmak ya da yenileştirmeye tabi tutmak kesinlikle mümkün değildir.

Çağdaş dünyada özgürlük, eşitlik ve insan hakları ahlakın evrensel ilkeleri

olarak kabul edilmekte ve inanca dayalı ahlak anlayışlarının sınırını

genişleterek daha adil ve dürüst bir yaşama kapı açmaktadırlar.

Çağdaş Ahlak ve Cinsellik:

Çağdaş ahlakın belki de en dikkat çekici ve eleştiriye açık yönü, cinsel

ahlakta yaşanan yozlaşmadır. Ancak cinsel ahlakı, genel ahlakla özdeş

olarak görmek, son derece yanlıştır. Dolayısıyla cinsel ahlakta yaşanan

yozlaşmaya bakarak, çağdaş ahlakın yozlaştığını iddia etmek, kısır bir bakış

açısı olmaktadır.

Cinsel ahlakla ilgili yorumlar, bireyin kendi bedeni üzerindeki

tasarruf hakkının kullanımına üst kurumların müdahalesindeki toplumsal

tercihlerden kaynaklanmaktadır. Toplumun örf, adet, inanç ve kültürü sonucu

oluşan toplumsal cinsel ahlak normlarının tarih boyunca insan

topluluklarına göre değişim gösterdiği bilinmektedir. Bu nedenle de cinsel

ahlakı, iffet olarak adlandırmak ve genel ahlaktan ayırarak incelemek

gerekir.

İffetsizlik, kadın ya da erkeğin cinsel alışkanlıklarından kaynaklanan

ve toplumun örfleriyle zıtlık gösteren davranışlar olarak kabul

edilmektedir. O halde ahlak normları evrensel olduğu halde, iffet, yerel

özelikler taşımaktadır.

Bunun en canlı örneklerini Türkiye'de gözlemlemek mümkündür. Doğu ve

Güney Doğu Anadolu'da genç bir kızın, çarşıya tek başına çıktığı

için iffetsizlik yaptığı gerekçesiyle öldürülmesi ailenin namusunu

kurtarırken, benzeri bir olay, Batı Anadolu'da vahşet olarak kabul

edilmektedir.

Ancak iffet kavramının özellikle kadında odaklaştırılmasında dinlerin

katkısı açıktır. Gerek Musa şeratında, gerek Hıristiyanlıkta, gerekse

İslamiyette kadın, iffetin sembolü olarak kabul edilmiştir.

Çağdaş ahlak anlayışı analize tabi tutulduğunda, özellikle Batı

toplumlarında yaşanan cinsel özgürlüğün aile kurumunu da tehdit eden bir

boyut kazanması yozlaşmanın daha da çok tepki çekmesine yol açmaktadır.

Ancak söz konusu eleştirilerde tarafsız olabilmek için, kapalı ve geleneksel

dini toplumlarda da örtülü biçimde yaşanan iffetsizliği görmezden

gelmemek gerekir. Ne var ki cinsel yozlaşmanın açıkça sergilenmesinin,

genç kuşaklar açısından taşıdığı özendirici olma riskini de dikkate almamak

mümkün değildir.

Günümüz toplumlarında kadının cinsel bir obje olarak kullanımının,

inanç sistemleri ile olduğu kadar, yasalarla da engellenmeye

çalışılmasını ve özellikle çarpık cinsel ilişkilerin, dinler ve vicdanen

gelişmiş toplumlarca hoş karşılanmamasını doğal kabul etmek gerekmektedir.

Çağdaş ahlak anlayışını, cinsel ahlakla özdeşleştirmek ne kadar yanlışsa,

cinsel ahlaktaki çarpıklıkları görmezden gelmek de aynı derecede

yanlıştır. Ancak cinsiyet ayırımcılığının reddedildiği bir dünyada, iffeti

kadına has bir özellik saymanın ve erkeği tamamen bunun dışında tutmanın da

mümkün olamayacağı bir diğer gerçektir.

Çağdaş Ahlak ve Faydacılık:

Ahlakı içinde yaşanılan ekonomik sistemden soyutlamak mümkün değildir.

Sistem, ilkeleri ve kurumlarıyla insanın belli değer hükümleri doğrultusunda

yapılanmasında çok büyük bir role sahiptir. Hatta öyle ki, günümüz dünyasında

insanın şekillenmesinde ekonomik sistemin taleplerinden daha etkin bir gücün

varlığından dahi söz edilemez.

nyaya hakim olan ekonomik anlayış, liberalizm, ya da yeni adıyla

neo-liberalizmdir. Sistemi, bireysel özgürlüğe atıf yapan kelime

anlamından uzaklaşıp, amaçları doğrultusunda ele alınca, karşımıza çıkarcılığı

ya da daha yumuşak bir ifadeyle faydacılığı esas alan bir insan tipi

çıkmaktadır. Ahlaki yozlaşmanın temeli ise büyük ölçüde sistemin eseridir.

Kendi çıkarlarını maksimize etmeyi yaşamın amacı olarak kabul eden

bencil insanı üreten sistem, bu insanın tüketim çılgınlığı ile kendisine

yaşam bulmaktadır. Bu nedenle de dinmeyen ihtiraslar, tatmin olmayan nefisler,

savurganlık, her türlü ahlaki değerin önüne geçen madde tutkusu sistemin

hayat pınarıdır.

Çağdaş ahlak bir yandan insan hakları gibi yüce değerleri yaşama geçirirken,

diğer yandan bireysel ihtirasla beslenen ekonomik sistemin, çıkarcı ahlak

anlayışı içine sıkışmış durumdadır. Sistemin ürünü olan ekonomik insan kimliği,

o derece baskın bir kimliğe dönüşmüştür ki, ister dindar, ister dinsiz olsun

hemen hemen her fert, bu kimliğin etkisinden kendisini sıyıramamakta ve

erdemleri çarpıtarak çıkarcılık kulvarında yol almaktadır.

Çağdaşlaşmaya yönelik ciddi eleştirilerden biri de, insanlar arasındaki

yardımlaşma, hizmet ve sevgi ilişkilerine getirdiği kısırlıktır. Çağdaş

yaşamın kurumsallaşmış yapısı, geçmişte yaşanan bireysel ilişkileri kurumlara

devretmektedir. Örneğin geçmişte mahalle halkının elbirliği ile yoksula

uzattığı yardım eli, hastaya götürdüğü bir tas çorba, yaşlıya verdiği

destek, artık kurumlar aracılığı ile üstlenilmekte ve devlet sosyal

güvenlik ve sosyal yardım kurumları aracılığıyla bu görevi üstlenmektedir.

Bu uygulamanın, yardıma muhtaç bulunanlar için geçmiştekinden daha büyük

bir güvence olduğu açıktır. Ne var ki, sorumluluğu devlete devretmenin,

bireyin yardımlaşma ve hizmet duygularını körleştirdiği ve gönüllerde

durgunluk yarattığı da bir gerçektir. Özellikle Batı toplumlarında bu

gönül durgunluğunu ve vurdumduymazlığı görmek çok kolaydır

Türk insanı, henüz bu vurdumduymazlık çarkına esir olmamıştır. Ancak

olmak üzeredir. Bu esaretin ahlakın iyilik yapmak, yardımlaşmak,

fedakarlık gibi temel motiflerini olumsuz biçimde etkileyeceği açıktır.

Dolayısıyla çağdaşlaşmanın, vurdumduymazlıkla eş anlamlı olmadığını ortaya

koyan milli kültürümüzün ve örflerimizin Türk toplumunun ahlaki değerlerine

büyük katkısı olduğunu unutmamak gerekir.

Çıkarcı ahlakın ürünlerine karşı gösterilen tepkiler, dünyanın hemen

her yerinde sürmektedir. Ancak Türkiye gibi İslamın muhafazakar değerleriyle

yoğrulmuş toplumlarda, tepki, adeta paniğe dönüşmekte ve ekonomik

istikrarsızlıkların ve yoksulluğun da devreye girmesi, ahlaki

yozlaşmaya ivme kazandırmaktadır.

Yoksulluk ve büyüyen gelir farklılıkları, ahlaktan sapışa adeta meşruiyet

kazandırır hale gelmiştir. Çaresiz insanların fuhuşa, teröre, soyguna

alet edilmelerindeki kolaylık, suçlunun toplum ya da devlet olduğu

yolundaki görüşlerin yaygınlık kazanmasına yol açmaktadır.

Siyasetteki kirlenme ise, halkın yolsuzluğa eğilimini artıran bir

diğer etkendir. Adaletin ağır işleyen çarkları; suçluların cezalandırılmadan

elden kaçırılışı, rüşvetle açılan kapılar, çıkarcı ahlakın egemenlik alanının

genişlemekte oluşuna somut örneklerdir.

Türk insanı evrensel ve yüce değerlerle bezenmiş bir ahlaka taliptir.

Ancak bunu nerede bulacağını ve nasıl yaşama geçireceğini bilememekte,

dinin çatısına sığınarak daha ahlaklı bir topluma ulaşmanın umudunu beslemektedir.

Görülen odur ki, dinsel ahlak anlayışında, bireyi ahlaklı yaşamaya iten

korku ve ödül ikilemi iken, çağdaş ahlakın oluşumunda itici güç,

hazdır. Faydacı ya da çıkarcı yaşam felsefesi, bu çıkarlara ulaşmada

bireyin duyacağı hazzı öne çıkarmakta ve yaşam, tatmin olmaz arzulara yönelik

bir koşu biçimine dönüşmektedir.

Burada cevaplanması gereken soru, bireyin herhangi bir ödül olmaksızın da

ahlaklı olup olamayacığıdır. Ahlaklı olmayı yalnızca erdemli yaşamak ve

huzurlu, adil bir toplum yaratmak için arzulamak, acaba insanlığın henüz

ulaşamadığı, üst bir realite midir? Eğer öyleyse, bu realiteye nasıl, ne

yöntemle ve ne zaman ulaşılacaktır?

Hiç şüphe yoktur ki, ahlaklı olmayı hedef görerek, ahlaklı yaşamak,

sarsılmaz ve kalıcı bir ahlak anlayışına ulaşmanın en sağlam yoludur. Ancak

buna erişebilmek için, kişisel çıkarları pompalayan ekonomik ahlakın

ve dinden çıkar sağlamayı alışkanlık edinen zihniyetin alt edilmesi

gerekir.

Ahlaklılığın toplumun saygı gösterdiği bir değer olduğu konusunda,

kamu oyunun verdiği mesajları göz ardı etmemek gerekir. Türk insanı,

dürüst ve temiz toplum için ağırlığını her geçen gün biraz daha net olarak

ortaya koymaktadır. Halkın sağ duyusu, başta siyasetçiler olmak üzere,

ahlaka sırt dönenler için en büyük uyarıdır.

Yol Ayırımı: Tarihe Dönmek ya da Tarih Yazmak

Türkiye zor günler geçiriyor. Belki de ertelenmiş sorunlarını en canlı

biçimde yaşıyor. Cumhuriyetten bu yana üstü örtülmüş ne varsa ortaya çıkıyor.

İyileşen yaralar tekrar kanatılıyor. Sevgisizlik ve güvensizlik diz

boyu... Korku, saldırganlığı körükleyecek en tehlikeli duygu... kol geziyor...

Gelecek nasıl şekillenecek? Türkiye 21. yüzyıla hangi kıyafette girecek?

Geleceği yazacak kalemi kimler tutuyor? Demokrasi ağacı olgun meyvalar

verecek mi? Bu sorunlar çözüldüğünde, gerçek demokrasinin önündeki engeller

de aşılmış olacak.

Anadolu, rengarenk bir yarımada... Tarihin Anadoluya armağanı olan

bu kültür tayfı içinde, çeşitlilikteki güzelliği yakalamak, tek bir

renkte buluşmaktan daha güzel olacak... Hiçbir renk, bir diğerini boğmadan,

ahenk içinde, özgür, çağdaş, yeni bir yüzyılı kucaklamaya hazır bir ülke

yaratmak, herkesin hedefi olmalı...

Türkiye'deki huzursuzluk, geleceği geçmişte aramaktan kaynaklanıyor. Ne

demek geleceği geçmişte aramak? Zaman ileriye doğru hızla akıp

giderken, geçmişi geleceğe taşımak, aklın çağa özgü ürünlerini geçmişe

doğrulatmak gibi gerçekçilikten uzak bir gayretkeşlik demek.

Oysa akıl, bilgi ile şekilleniyor. Bilgi, bırakalım yüzyılları, on

yılları hergün yenileniyor. Yaşam, bilginin ışığında hızlı bir devinim

içinde. Bugünün insanı, istese bile yüzyıllar öncesinin düşüncesini

yakalamaktan aciz... Hatta her fert, kendi birikimi, sosyal çevresi,

deneyimleri ile bir diğerinden farklı bir mantıkla düşünce üretiyor. Bu

koşullarda insanın günün şartlarından kendini tamamen soyutlayarak,

geçmişteki bir yüce önderin düşüncesini yakalaması mümkün mü?

Türkiye'deki çatışmanın temelinde yatan sorun işte bundan kaynaklanıyor.

Köktendinci zihniyet, günün koşullarını Asr-ı Saadete uydurma gayreti içinde.

Kuran, tüm sorulara cevap vermediği için de İslamcılar soruyor:

Peygamber olsaydı ne yapardı? Peygamberin sünneti ile de cevap

bulunamayan sorulara, birileri kendilerini Peygamber yerine koyarak

cevap üretmeye çalışıyorlar. Bu cevap Türkiye'yi asırlarca geriye götürüyor.

İkinci arayış ise Kemalistlerden geliyor. Onlar da soruyor: Atatürk

olsaydı ne yapardı? Onlar da kendilerini Atatürk'ün yerine koyarak

sorunlara çözüm arama çabasındalar.

Çünkü ne din, ne Atatürkçülük olarak tanımlanan dar kalıplar, Türkiye'nin

sorunlarını çözümlemeye yetmiyor. Her ikisi de kendi dönemleri içinde

gerçekçi, tutarlı, ilerici, yenilikçi...Her ikisi de ait olduğu dönemin

toplumsal sorunlarına çözüm getirmiş, toplumu yeniden yapılandırmış.

Ancak zaman hızla akarken, toplum değişmiş, sorunlar farklılaşmış, sosyal

ve ekonomik ilişkiler çeşitlenmiş, ortaya ihtiyaçlara cevap veren yeni

kurumlar çıkmış.

Bu koşullarda, gerçek Atatürkçüler, Atatürk'ün değişimden yana felsefesini

anlayıp, zamana ayak uydurulmasını onaylayanlar, devletçilik ilkesinden

feragat etmekte hiçbir sorun görmemişlerdir. Atatürk'ün gerçek amacının

kendisini putlaştırmak değil, Türk milletine hizmet etmek olduğunu açıklayan

şu sözleri, Kemalizmin ne kadar önü açık bir ideoloji olduğunu açıklamaya

yeterlidir. Atatürk, Atatürk ilkeleri ve devrimlerden şöyle bahsetmektedir:

Bu koyduğumuz prensipler, bugünün icaplarına göre milletimizin

medeniyet yolunda gelişmesi için faydalı bulduklarımızdır. Ancak

sosyal bünye, daima gelişen ve tekamüle yönelmesi zaruri olan bir

durumdadır. İlim ve teknik ise her an yeniliklere, icatlara açıktır. İşte

bu durum karşısında insanların istek ve ihtiyaçları hem maddi, hem manevi

sahada daima çoğalan bir şekilde gelişir. Tarihin seyri içinde hiçbir prensip

dogmatik bünyesini muhafaza edemez. Onun için Türk milleti, yaşadığı çağın

medeniyet seviyesinin icaplarını yerine getirmek mecburiyetindedir. (Afet

İnan; M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971, s.122)

Bu sözler, Atatürkçülüğü anlamak, yorumlamak ve benimsemek bakımından

büyük anlam taşımaktadır. Atatürk'ün hayalindeki ülke, çağa ayak uyduran,

değişime açık, uygarlıkla yarışan, bu sebeple de hiçbir katı ve dogmatik

ilke ile önünü tıkamayan insanların ülkesidir. Atatürk'ün hedefi Türk

insanını çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak, onu dünyanın en saygın ve

mutlu milleti yapmaktı. Düşünen, üreten, kendini geliştirmiş, kendi ayakları

üzerinde durabilen bir topluma ulaşmayı amaçlamıştı.

Yoksa kendisine köle olacak bir toplum yaratmayı hedetlememişti. Bu

nedenle çağdaş Türk insanı, yeni fikirleri, kurumları, politikaları

ortaya koyarken, bunları Atatürk'e mal etmek gibi bir yükümlülük altına

sokulmamıştır. Atatürkçülük, bir çağdaşlık ve değişimcilik çizgisidir. Her

türlü dogmaya, durgunluğa ve kalıplaşmış düşünceye de kapalıdır.

Bu sebeple Atatürkçülüğü dine alternatif göstermek mümkün değildir.

Atatürkçülük bir inanç sistemi değil, bir çağdaşlaşma felsefesidir.

Esasen insanı konu alan sosyal ve siyasal sistemlerde mutlak

doğru diye bir şey de olamaz. Çünkü sosyal değişim, doğrunun zamana,

mekana ve koşullara göre değişimini zorunlu kılar. Ülkenin belli bir

dönemde içinde bulunduğu koşullar ve yine o dönemde belirlenen temel

hedefler değişmiş ise, o dönemin doğruları ile yol almak, toplumu en büyük

yanlışa götürür. Toplumsal gelişme için doğrunun kıstası, amaçlanan hedefe

ulaşmadaki yararlılıktır. Bu ilke sosyal, ekonomik ve siyasal sistem

içeren tüm ideolojiler ve inanç sistemleri için de geçerlidir.

İnsanın ahlaki nitelikleri konusunda öne sürülen doğrular, yani temel

erdemler, her zaman ve koşulda doğrudurlar. Ancak toplumsal yaşamı düzenleyici

ilkeler, değişime muhtaçtır ve değiştirilmedikleri zaman da aşınır ve

kendiliğinden devre dışı kalırlar.

Bu nedenle İslamın Türk yorumu son derece önemlidir. Çünkü dini,

çağdaş dünyanın siyasal ve sosyal sistemi ile çatışmaya sokacak statik

kalıplardan arındırılmıştır. Bu nedenle de her türlü yenileşmeye açıktır.

Türk aydını, değişen koşulların bilincinde olarak, fikirsel üretimlerini,

tarihin parlak şahsiyetlerine mal ederek topluma dayatmak yerine, kendi

malı olarak hayata geçirmenin mücadelesini yapmalıdır. Artık tarihten

ödünç alınan fikirlerin borcunu, topluma huzur ve refah sağlayarak ödeyecek

yeni düşünceler üretmenin zamanı gelmiştir. Çünkü tarih, kavga, acı, gözyaşı

ve küllenmiş yaralarla yüklüdür. Bu acıları tekrar canlandırmak yerine

uygarlığın imkanlarından yararlanarak çağdaş ve refaha ulaşmış bir ülke

yaratmak için tüm yaratıcı düşüncelerin sentezine ihtiyaç vardır.

Yani artık tarihe dönmeye değil, yeni bir tarih yazmaya adım

atılmalıdır.

Tarih yazmak için yıldızın parladığı anlar vardır. İşte Türkiye'de,

içinde yaşadığımız günlerde barış ve kardeşlik tarihini el birliği ile

yazanların yıldızı, Türkiye'nin yıldızı ile birlikte parlayacaktır.

Kaynakça

Kitaplar:

Akyol Taha; Medine'den Lozan'a, İstanbul,1996

Akbulut Ahmet; Nübüvvet Meselesi İzerine, Ankara, 1992

Allen Frank; Kainat Tesadüfen mi Meydana Gelmiştir?, Allah'a Niçin

İnanıyoruz? Cilt 1., İstanbul, 1985

Başgil Ali Fuad; Din ve Laiklik, İstanbul, 1996

Bulaç Ali; Din ve Modernizm, İstanbul, 1995

Bulaç Ali; Modern Ulus Devlet, İstanbul, 1995

Bulut Faik; İslamcı Örgütler, İstanbul, 1993

Çağrıcı Mustafa; İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, 1989

Çubukçu İ. Agah; İslam'da Allah ve Mutluluk Felsefesi, Ankara, 1992

Dar B.A.; Kuran'daki Ahlaki Öğretiler, M.M.Şerif; İslam Düşüncesi

Tarihi Cilt 1., İstanbul, 1990

Erbakan Necmettin; Adil Düzen, İzmir, 1991

Fığlalı Ethem Ruhi; Türkiye'de Alevilik ve Bektaşilik, Ankara, 1990

Güngör Önder; Siyasal İslam'da Bölünmeler, İstanbul, 1997

Halliday Fred; İslam and the Mıth of Confrontation; London, 1995

Hamidullah Muhammed; İslam Müesseselerine Giriş, İstanbul, 1992

Hamidullah Muhammed; İslam Anayasa Hukuku, İstanbul, 1995

Hawking Stephen; Zamanın Kısa Tarihi, İstanbul, 1991

Hotham David; The Turks, London, 1972

İbni Kesir; Hadislerle Kuran'ı Kerim Tefsiri, Cilt 1., İstanbul, 1983

İnayetullah Ş.; İslam Öncesi Arap Düşüncesi, M.M. Şerif, İslam Düşüncesi

Tarihi Cilt 1., İstanbul, 1990

İnan Afet; Atatürk'ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971

İntişarat-ı Nida-yı Ehli Beyt; İran İslam İnkılabı, Ankara, 1993

Mesudi Halide; Cezayir'de Kadın Olmak, İstanbul, 1996

Morris Henry; Yaratılış Modeli, Ankara, 1985

Morris Gressy; Allah'ın Varlığına Yedi Delil, Müsbet İlim ve Allah

Mumcu Uğur; Rabıta, Ankara, 1987

Öztuna Yılmaz; Türkiye Tarihi Cilt 12, İstanbul, 1967

Öztürk Yaşar Nuri; 500 Soruda İslam, İstanbul, 1989

Rıdvan Ahmet; İslamcı Aydınlar ve Toplumsal Sorumluluk Şuuru, İstanbul, 1995

Gazete ve Dergiler:

Akademya Dergisi; İstanbul, Ocak, 1997

Akit Gazetesi; 31 Ocak 1997

Akit Gazetesi; 6 Şubat 1997

Akit Gazetesi; 12 Mart 1997

Akit Gazetesi; 14 Mart 1997

Akit Gazetesi; 15 Mart 1997

Akit Gazetesi; 20 Mart 1997

Akit Gazetesi; 21 Mart 1997

Akit Gazetesi; 22 Mart 1997

Cuma Dergisi; 21-27 Şubat 1997

Milli Gazete; 14 Kasım 1995

Milli Gazete; 1 Şubat 1997

Milli Gazete; 5 Şubat 1997

Milli Gazete; 26 Şubat 1997

Milli Gazete; 27 Mart 1997

Sabah Gazetesi; 16 Ocak 1997

Financial Times; 26-27 Nisan

Diğer Kaynaklar:

Eski Ahid; Kitab-ı Mukaddes, İstanbul, 1969

Yeni Ahid; Kitab-ı Mukaddes, İstanbul, 1969

Kuran'ı Kerim Tefsiri, (S. Ateş), İstanbul, 1988

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Başlangıç Bölümü

Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1988

::::::::::::::::::::::

 
 
  Bugün 43716 ziyaretçi (95048 klik) kişi burdaydı! Kuranı kerim | Sayfanızı Da Tanıtın
Türkiyenin Video Portalı | Sayfanızı Da Tanıtın
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol